Sanayi devrimi neden Anadolu'da başlamadı
Tarım devriminin neden başka bir coğrafyada değil de Mezopotamya’da, sanayi devriminin neden Batı Avrupa’da başladığını izah edebilecek tarihi verilere ve teorik modellere sahibiz. Ancak gerek tarım devriminin gerekse sanayi devriminin ilk ortaya çıktığı yerlerden öbür coğrafyalara yayılma hızını neyin belirlediğini tam olarak bilmiyoruz. Yani, 300 bin yıldır avcı ve toplayıcı olarak hayatlarını idame ettiren atalarımızın bundan yaklaşık 10 bin yıl önce toprağa bağlanıp bitki ve hayvan yetiştirmeye başlamalarındaki saikler her yerde aynı mıydı?
Bu sorunun kesin cevabını bildiğimizi pek iddia edemeyiz. Buna mukabil, tarım devriminden 10 bin yıl sonra sanayi devriminin getirdiği yeni üretim modellerinin ve buna bağlı olarak şekillenen modern ekonomik sistemin Batı Avrupa’dan dünyanın geri kalanına yayılmasındaki başlıca dinamikleri ise nispeten daha iyi bildiğimizi söyleyebiliriz.
Ama yine de “neden bazı toplumlar söz konusu gelişmelere başka bazı toplumlardan daha kolay adapte olabildi” sorusunun çok net bir cevabı yok. Çeşitli teoriler, yani açıklama modelleri var bu konuda. Kimi coğrafyanın ve farklı iklim şartlarının etkisine, kimi de kültürel alışkanlıklara bağlıyor sonucu…
***
Takriben 10 bin yıl önce Bereketli Hilal’de yepyeni bir hayat tarzı olarak ortaya çıkmış olan çiftçiliği sözgelimi Anadolu’nun batısındaki nehir vadilerinde yaşayan insanlarla mesela İran’ın doğusundaki steplerde yaşayan insanların aynı hızla benimsemedikleri kolaylıkla söylenebilir. Ama benzer iklim ve coğrafya şartlarına sahip insan topluluklarının söz konusu devrimsel yenilikleri birbirleriyle eşzamanlı olarak kabul ettikleri söylenebilir mi? Eldeki bulgular bu konuda doğrusal bir ilişkinin olmadığını gösteriyor. Bir ortak akış var ama eşzamanlı bir gelişme yok.
Keza İlk Çağ’da Çin Medeniyetinin Doğu Asya’da ve Pasifik havzasında, Orta Çağ’da İslam Medeniyetinin Avrupa ve Yakın Doğuda başlattığı etkileşim de farklı değildi. Yakın zamanda ise -bizim “batılılaşma” diye tanımladığımız- modernleşme süreci karşısında farklı toplumların birbirinden çok farklı tutumlar aldığı ortada.
***
Meseleyi biraz daha somutlaştırmak gerekirse, bundan takriben beş altı asır kadar önce Batı Avrupa’da ortaya çıkan kapitalist ekonomik sistem ve bilahare gelişen rasyonalist/bilimsel zihniyet giderek Avrupa toplumlarının diğer milletler üzerinde ekonomik ve dolayısıyla siyasi/askeri üstünlüğünü sağladı.
Vaktiyle rasyonalist Yunan felsefesiyle kadim Doğu Akdeniz bilgeliğinin sentezi üzerinde şekillenen İslam Medeniyetinin ürettiği bilim zihniyetinden ve medeniyet kurumlarından belki de en az etkilenmiş bölge olan Batı Avrupa’da mucizevi bir şekilde birdenbire ortaya çıkan burjuva sınıfının eseri olan modernite bilahare bütün dünya üzerinde yaygınlık buldu. Modernleşme hedefine doğru bir yarış başladı yeryüzünün bütün coğrafyalarında ama yaklaşık iki yüzyıldır devam eden bu yarışta neredeyse Avrupa’yı yakalayanlar olduğu gibi hâlâ sanayi öncesi toplum özelliğini koruyanlar da var.
İşte dünya milletlerinin bu yarıştaki performanslarını belirleyen dinamiklerin neler olduğu meselesi var karşımızda.
***
Kabaca ifade etmek gerekirse liberal demokrasi ile kapitalist piyasa ekonomisinin beşiği olan Batı ülkelerinde ve modernleşme sürecinde onları izleyen diğer toplumlarda rasyonalist/bilimsel zihniyet temelinde işleyen kurumlar var. Dünyanın geri kalan ülkelerinin çoğunda ise tam anlamıyla bu yok. Oralarda modernlik öncesinin toplum değerleri hüküm sürüyor ama bunlar da modernitenin tahribatına maruz kalmış durumdalar ve zaten öz nitelikleri itibariyle bugünkü dünyanın getirdiği yeni sorunlara çözüm üretme kabiliyetine sahip değiller. Batı dünyasıyla rekabetten söz bile edilemez. Çare diye Batının çöküşünü beklemek ise başını kuma gömmek.
Tamam, liberal demokrasinin veya kapitalist ekonominin kendi bünyesinin ürettiği konjonktürel krizler bir gerçek. Ama bu ülkelerin ekonomik ve siyasi gücü (aynı zamanda insanlarının sahip olduğu refah ve bir bütün olarak hayat kalitesi) diğerlerinin her zaman en az birkaç adım ötesinde. Dolayısıyla ortadaki eşitsizliğin çözümü olarak Batı sisteminin bir gün gelip çökmesini beklemek hiç gerçekçi görünmüyor.
***
Bazen “üçüncü dünya” bazen Güney ülkeleri diye adlandırılan toplumların ortak özelliklerinden biri rasyonalist zihniyetten ziyade doğal hayat kurallarına tâbi bir sosyal düzene eğilimli olmaları.
Dolayısıyla da modernliğin olmazsa olmazı olan milletleşme sürecini tamamlama konusundaki yetersizlikleri, hatta isteksizlikleri. Bu ülkelerde tam anlamıyla kanun hakimiyeti, yani eşitlik ve adalet, yani hukuk yok, çünkü bunu talep edecek bir vatandaşlık bilinci yok… Vatandaşlık bilinci yok, çünkü millet kimliği yok.
Modern manada millet olma vasfını kazanamayan topluluklar standart değerlere sahip olamıyorlar. Bu yüzden de ne ekonomide ne siyasette ne de diğer toplumsal alanlarda herkes için eşit ölçüde geçerliği olan kurumlar ve kurallar üretemiyorlar.
İslam dünyası da çoğunluğu itibarıyla bu kategori içinde maalesef…
Üstüne üstlük, günümüzün bilimsel ölçülerini Judeo-Hristiyan sömürgeci Batı medeniyetinin reddedilmesi gereken değerleri olarak gören Müslümanlar, bunun için, mesela “düşmanın silahıyla silahlanın” tavsiyesini Batı ülkelerinin teknoloji ürünlerine sahip olmak şeklinde uygulamaya çalışıyorlar ancak.
***
Bu çerçevede Türkiye’nin yerini münhasıran tartışalım…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.