Her eve lazım olan iki şey...
Şiirin bizde özel ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Öyle ki, Nurettin Topçu, İsmet Özel gibi birçok şair ve yazar; Türkçeyi de, Türk milletini de, hatta Türkiye’yi bile Yunus Emre ile başlatır. Süleyman Çobanoğlu’nun da dediği gibi: “İnsanlar ve cemiyetler gibi, diller de din değiştirirler. Diller de kelimeyi şahadet getirir. Türkçe, Yunus Emre’nin huzurunda diz çökerek Müslüman olmuş bir dildir. Hem dinimizi, hem vatanımızı kuran Yunus Emre’dir.”
Cemal Süreya ise “Yunus ki süt dişleri Türkçenin” diyerek bu gerçeğin altını çizer.
Osmanlıdan geriye kalanlara dikkat edin: Şairler, padişahlar ve camiler... Fatih, Kanuni gibi büyük padişahların da şair olduğunu düşünürseniz, kalanlar ikiye inecektir: Şairler ve camiler...
Cumhuriyetten iki şey kalacaksa, bunlardan biri yine şairler olacaktır.
Şiirin bizdeki karşılığı o kadar büyüktür ki, düşünce adamlarımız bile şiir yazmak, fikirlerini şiir yoluyla duyurmak zorunda kalmıştır. Sözgelimi Ziya Gökalp...
Cumhuriyet idaresinin yaptığı ilk şey, bu milletin ritmine müdahale etmek olmuştur. Ritmine; yani şiire ve dine... Ritmine, yani şaire ve camiye...
Bunun hikâyesi elbette uzun ve acıklıdır.
Türk milletinin din ve şiirle ilişkisi, kesinlikle bir aşk ilişkisidir. Din ve şiir olmayınca, evrakları eksik şoförlere döner; anayola bir türlü çıkamaz, ara yollardan, tali yollardan falan gideriz.
Lozan’da, Türk heyetine, İsmet Özel’in ifadesiyle, “Ver dinini, al vatanını” denilmiştir.
Bize, etek boyları durmadan kısalırken, Türk boylarını tartışmayı falan salık vermişlerdir. Ama Anadolu’daki evlere Kuran-ı Kerim’den sonra en çok giren kitap, Anayasa değil, Safahat olmuştur!
İşte bu çok önemli...
Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimler; sadece şiirimizi değil, dinimizi de koruma çabası içine girmiş şairlerdir! Hem dinimizi, hem vatanımızı, hem de şiirimizi savunmuşlardır.
“Medeniyet bize incelik verdi, fakat içtenliğimizi ve samimiyetimizi elimizden aldı.”
Kalın Türk işte bunun için önemli.
Biz Müslümanlar, Peygamber Efendimizi gül ile sembolize ederiz. Onunla ilgili bir yazı yayınladığımız zaman, metnin içine gül resmi/fotoğrafı koyarız.
Muhafazakârların iktidarda/yönetimde olduğu bir dönemde, İstanbul’daki gül ihalesine fesat karıştırılması, bazılarımızın nasıl bir şeye dönüştüğünü, ne kadar samimiyetsiz olduğunu açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Türkiye’nin batılılaşma serüveni, aynı zamanda ritmimizin/ruhumuzun elimizden alınma serüvenidir. Cumhuriyet ideolojisinin desteklediği şairlere, müzisyenlere, “din adamlarına” falan bakarsanız, bunu açık bir şekilde görürsünüz. Ama bu millet, onca olumsuzluğa rağmen, körleşmeye ve körelmeye karşı direnmesini bilmiştir.
Bu millet şunu çok erken fark etmiştir: “Batılı derseniz, sorun yok gibi görünüyor. Ama küffar derseniz, işin rengi değişiyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin batılılaşması demek, Türkiye’nin bilmem ne olması anlamına gelir.”
Sabah işe gelirken, servisimizin şoförü, harfi harfine şunu söyledi: “Gavura fırsat vermezsen, her şey düzelir.” Bu söz, sadece şunun ve bunun değil, siyasi ve iktisadi buhranlarımızın da özeti gibiydi...
(Burada, Batılıların desteklediği Türk şair ve yazarlara da dikkat çekmek isterim.)
Bütün bunları söylememizin nedeni şu: Muhafazakârların iktidarda olduğu söyleniyor. Evet, görünürde böyle bir hükümet var. İşte bu hükümetin Milli Eğitim Bakanı, hatta Kültür Bakanı da, “ezberciliğe savaş açtıklarını” ilan ettiler.
Demelerine göre, “ezberci sistemi kökünden kazıyacaklarmış.” Yani, milletimizin ezberini bozacaklar...
Ezber demek, din demektir.
Ezber demek, şiir demektir.
Ezber demek, ilham demektir.
İlham demek, Allah demektir. Sadece ilk mısra değil, son nokta da Allah’tandır.
Altı yaşındaki bir çocuğun güzel kitabımızı ezberleyip hafız olması...
Okuma yazma bilmeyenlerin bile Yunus’un ilahilerini, Karacaoğlan’ın şiirlerini ezberleyip yeni nesillere aktarması...
Dualar...
Türküler...
Sözlü kültür...
İşte bütün bunlar, zaten batılıların hedefinde olan şeylerdi. Onca çabaya rağmen yok edemedikleri şeyleri, şimdi muhafazakârların eliyle mi yıkıp yok edecekler?
Unutmayalım ki, bu ülkede en fazla İmam Hatip Lisesi açan da, en fazla İmam Hatip Lisesi kapatan da İslamköy’lü “muhafazakâr” Süleyman Demirel’dir.
Yine böyle mi olacak?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.