'Mustafa' mı, 'Kemal' mi?

'Mustafa' mı, 'Kemal' mi?

Sordum: Sence niye filme 'Mustafa' demişler de, 'Kemal' dememişler? Anında cevap verdi: " Mustafa daha samimi, halka daha yakın bir isim."
Algı böyle. Haksız da değil öyle düşünenler. Sanırım kelimeye 'ek' taktığınızda durum daha da netleşiyor:
Bir Kemalist'e, "Kemalci" dersen alışkanlık sebebiyle epey bozulur ama zıvanadan da çıkmaz hani.
(Ben bir yazıda, "Neden 'Kemalist' deniyor da, 'Kemalci' denmiyor " diye sormuştum; sinir olmuşlardı! Halbuki, 'Atatürkist' yerine 'Atatürkçü' diyorlar.)
Neyse. Devam edelim: Ama aynı kişiye "Mustafacı" derseniz, işte onu asla kabul etmez. Hatta kabul etmemek ne kelime, ilk duyduğunda anlamaz bile.
"Mustafacı diye herhalde bir İslamcıdan söz ediyor" diye düşünür. (Malum, Peygamberin, Hz. Muhammed'in adıdır Mustafa.)
Zaten bazı Kemalistler de "Niye Mustafa denmiş de, Kemal denmemiş" diyerek bozuk attılar filme, yazılar döşendiler köşelerde.
Gerçekten de insan isimlerinin var böyle çağrışımları. Mesela Kemal; Aydınlanmaya, modernleşmeye, milliyetçiliğe, Batı'ya daha yakın bir isim.
Mustafa ismi ise daha gelenekçi, daha muhafazakâr. Dini değerleri çağrıştırıyor. Anadolu kokuyor.
Yani Can Dündar, filme 'Mustafa' adını verdikten sonra, ancak bir "süper kahramanlık öyküsüyle" paçayı kurtarabilirdi.
Değil mi ki romantizm kazanına, 'bir tutam gerçek' attı, artık ağzıyla kuş tutsa yaranamaz mütecaviz Kemalistlere.

Yargının 'yüceliği' çöpü boyladı

Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul'da yapılan Liberal Düşünce Topluluğu 2008 Kongresi'nden söz etmiştim.
Çok önemli konular tartışıldı iki gün süren etkinlikte. Mesela Anayasa Hukuku Profesörü Zühtü Arslan'ın "Hukukun Hâkimiyeti ve Hâkimlerin Hukuku: Türk Jüristokrasisi Üzerine Notlar" başlıklı konuşması dikkate değerdi.
Bu jüristokrasi meselesi başımızı daha çok ağrıtacak. "Yargıçlar İktidarı" veya "Yargıçlar Devleti" diye dilimize çevirebileceğimiz bu kavram, tam da Türkiye'nin halini anlatıyor.
Anayasa Mahkemesi (AYM) bağlı bulunması gereken Anayasa'yı bir kenara itti ve bir yandan kendi yetkilerini aşarak, bir yandan da Meclis'in yasama yetkisini gasp ederek Yargıçlar İktidarı'nı 5 Haziran 2008 günü resmen ilan etti.
Böylece ortada "kuvvetler ayrılığı" filan kalmadı. Çünkü Yasama, Yargı'nın kafesine hapsedildi.
Şöyle bir bakıyorum da: Bugün pratikte iki başbakanımız (Erdoğan ve Başbuğ), iki yasama organımız (Meclis ve AYM) var.
Böylece bazı Batılı liberal düşünürlerin yarattığı "yüce yargı" miti de çöpe gitmiş oldu.
Prof. Arslan, bu konuda liberal hukuk anlayışının önemli kuramcılarından Ronald Dworkin'i örnek veriyor.
ABD'li Dworkin bilhassa yüksek yargıçları, devlet karşısında bireysel hak ve özgürlükleri koruyan birer Herkül'e benzetiyor.
Halbuki çeşitli kararlarda gördüğümüz gibi 'bizimkiler', bireyi değil devleti korumayı tercih ediyor. Bunu da açıkça ifade ediyorlar.
Yargılanan bir kişi ya da kurumun en kritik talebi mahkemeden "tarafsız" olmasını beklemektir.
Türkiye'de ise yüksek yargı mensuplar, her seferinde nasıl da "taraf" olduklarından söz ediyor.
Bunun minicik bir istisnası olarak, AYM Başkanı Haşim Kılıç, cümle içinde 'tarafsızlık' kelimesini geçirdi diye nasıl da sinir olmuşlardı.
Yani bu kez de "bir tutam adalete" tahammül edememişlerdi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi