Kalbimiz Hep Oralarda
Alemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz, Allah Teâlâ’nın methettiği, beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i Mükerreme’den, aziz vatanından ayrılıyordu hicret esnasında. Devesini Harem-i şerife doğru döndürüp, mahzun bir halde; "Vallahi! Sen, Allahü teâlâ’nın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Rabbim katında en sevgili olanısın! Senden çıkarılmamış olsa idim, çıkmazdım. Bana, senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni, senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt, yuva tutmazdım" buyurdular.
O anda Cebrail aleyhisselam inip; "Ya Resulallah! Vatanına müştak mısın, ayrılığa üzüldün mü?" dedi. Efendimiz de; "Evet " buyurdular. Cebrail aleyhisselam, sonunda Mekke'ye döneceğini müjdeleyen, Kasas suresi 85. ayet-i kerimesini okuyup, mübarek hatırını teselli eyledi...
Doğrudur, vatandan ayrılmanın acısı gerçekten zordur. Bunu gurbeti yaşayanlar iyi bilirler. Bir parça da, yaşamak zorunda kalanların hikayelerini dinleyenler veya okuyanlar bilebilirler.
Size gördüğüm bir manzarayı anlatayım. Öğrencilerle Sır Köyüne doğru bir geziye gitmiştik Buralar bir müddet sonra baraj altında kalacaktı. Biz sular basmadan son bir defa bu yeşil vadiyi görmek ve o yeşillik deryasında bir gün geçirmek istemiştik.
Ben arkadan geliyordum. Ama bir şey dikkatimi çekmişti; yaşlı bir kadın iki büklüm olmuş beliyle ağlayarak önden giden bir öğretmen arkadaşa bir şeyler anlatıyordu. Acaba evladını mı kaybetmişti? Hasta ve yoksul muydu? Neydi bu ihtiyar kadını böylesine ağlatan?
Yanlarına yaklaştığımda anladım; yaşlı kadın diyor ki; “Şu tepelerde oğlak güttüm, yoruldum, şu çamların altında oturup gölgelendim, şu derelerden bahçelerimi suladım, şu çeşmelerden kana kana sular içtim, evim barkım burada, anam babam burada. Bu yerlerin her birinde bin bir hatıram var, baktıkça zevk alıyorum. Şimdi bana bu dağları bırak da git diyorlar. Ben bu hatıraları nasıl bırakır da bilmediğim yerlere giderim? Parasını vereceklermiş, paraları batsın. Para bana verir mi buraların manzarasının verdiğini?”
Şu irfana bakınız! Şu geçmiş zamandan ve şimdiki mekandan fark edilerek alınan zevke bakınız! Şu yurdun, şu sılanın sıradan bir toprak parçası olmadığını gösteren idrake bakınız! Yaşamdan zevk almak bu olsa gerek!
Herkes vatanını sever. İyi ki de sever. Bazen Kahramanmaraş’ın dağlarında dolaşırken oralarda yaşayan köylülerime bakarım. Burada nasıl yaşadıklarına şaşarım. Şaşarım, çünkü oralı değilim. Oralı olsaydım, herhalde her tatilde ben de o dağlara koşarak giderdim…
Allah Teâlâ herkese kendi vatanını sevdirmiş ve böylece ıssız yerler yurt olmuş. Yoksa kuş konmaz, kervan geçmez bu gibi yerler nasıl insan sesiyle şenlenecek, insan nefesiyle ısınacaktı?
Ya bu vatan, vatan sahibi nice bir insanın gönlünde taht kuracak ve kendisini oranın yerlisi sayacak kadar mukaddes bir sevgili vatan olursa? Ya orası bir de Mekke ve Medine olursa?
Nice hacca gidemeyen, ya da daha önce gitmiş ama şimdi gidemeyen insanların, hacıları yollarken hüngür hüngür ağlamalarına şahit olmuşumdur. Hatta bazılarını bilirim, tanımadıkları hacı adaylarına mendil dağıtıyor ve “terini sildikçe beni an, bana dua et, beni de çağır, ben de oralara bir daha yüz süreyim” diyordu gözyaşları içinde…
Aman Allah’ım, bu ne sevgidir böyle!
Belki de bu sevgiye halel gelmesin diye, bu mukaddes yerlerde akla ikinci bir vatan hasreti gölgesi düşmesin diye, Sevgili Peygamberimiz Mekke’de çok kalmamayı sünnet kılmıştır hac bitince.
Belki bazıları fart-ı muhabbetten şöyle diyebilir kendince: “İnsan oradayken vatan akla gelir mi ki?”
Gelir efendim, gelir. Fıtrattaki vatan sevgisi engellenemez ki! İnsan orada da ayrılık çok uzayınca ister istemez vatanını düşünecektir. Evini, barkını, çoluğunu çocuğunu düşünecektir haliyle.
“Orada başka bir vatan düşünmek doğru olmaz” diye belki de, Hz. Ömer hac ibadeti bitince insanları uyarır, “Haydi yallah, doğruca vatanınıza” dermiş. İnsanların orada fazla eğlenmelerini hoş karşılamaz, engellermiş.
Olabilir. İnsanlarda kıskançlık vardır. Gül üstüne gül koklanmasını güller bile istemez, hassas ruhlar bundan rahatsız olur. Medine’de mücavir olan Muhterem hemşerim Mehmet Çıngılı ağabeyimden duymuştum:
“Konyalılar Mekke ve Medine’ye düşkün olurlar. Ama insan işte, onların arasında da boşboğaz bulunabilir. Oysa burası kaldırmaz bunu. Buralarda bırakın elinize, belinize, gözünüze ve kulağınıza dikkat etmeyi, kalbinize bile dikkat edeceksiniz. Bu makam kaldırmaz bunları.
Duydum ki, bir akşam bir gurup Konyalı kendi aralarında sohbet ederken, içlerinden birisi demiş ki: “Vallahi gözünü seveyim Konya’nın, hele de etli ekmeği öyle gözümde tütüyor ki!”
O gece rüyasında Resulullah (sav) Efendimizi görmüş bu adamcağız. Acı acı bakmış Efendimiz ona ve “Hadi sen Konya’ya git etli ekmek yemeye” demiş.
Sabah uyandığında iki Suudî polisi gelmiş kapıya ve onu apar topar alıp sınır dışı etmişler…”
Öyledir efendim, gönül gül gibi ince, yumuşak, narin ve hassastır, bırakın sert dokunmayı, sert ifadeden dahi alınır. Dil de yumuşaktır, öyleyse dilden çıkan üslup da ipek gibi yumuşak olmalıdır.
Edebin alameti de öncelikle dil değil midir? Eskiler “illa edep, illa edep” derlermiş. Biz de “illa dil” diyelim.
Derler ki bir derviş şeyhine varmış ve izin istemiş:
-Efendim, Medine’ye yerleşmek istiyorum.
Şeyhi bakın niçin izin vermemiş:
-Kalbin Medine’de olarak burada kalman, kalbin burada kalarak Medine’de olmandan daha iyidir.
Evet, insan oraları niye sever? Önemli olan bunu idrak etmektir. Gerçekten de Konya, Kahramanmaraş, İstanbul… coğrafya olarak maddi açıdan düşünüldüğünde oralardan daha güzel olabilir.
Öyledir de. Ama oraları güzel gösteren imanımızdır, ruhumuzdur, canımızdır. Çünkü oralarda “Allah’ımızın evi” ve canımız, ciğerimiz, Sevgili Peygamberimiz, Efendimiz vardır. O kuru “ğayr-ı zi zer’in” topraklar, bize bunun için sevgilidir. İçimiz buhurdan gibi bu iman ve sevgiyle tütmektedir.