Hac gözlemleri

Hac gözlemleri

20 gündür, yurt dışında, hac farizasını yerine getirmek üzere kutsal topraklardaydım. Dolayısıyla 20 gün boyunca nöbetçi yazılarımı, yani yedek yazıları okudunuz.

Prensip olarak –ibadetle-ilgili şahsi şeyleri yazmayı doğru bulmuyorum. Allah emretmiş, bizde yerine getirmekle mükellefiz. Bunu davul zurna ile ilana gerek yok. Çok konuşmak, yazmak ihlâsı da ortadan kaldırıyor.

Ancak insan yine de bazı şeyleri paylaşmak istiyor.

Hac’ca giderken, hacı adaylarına hep sabır tavsiyesinde bulunulur. Hac ibadetinin zorlukları, meşakkatleri hatırlatılarak geniş ve hoş görülü olmanın gereği anlatılır. Küçük öfkelerin, kızgınlıkların, anlık reaksiyonların hac ibadetini gölgelememesi, faziletini düşürmemesi için bu şarttır.

İşin doğrusu çok geç yaşlarda gitmemişseniz Hac’cın hiçbir zorluğu yok. Farklı dillerden, farklı milletlerden din kardeşlerinizle buluşmak insana her türlü sıkıntıyı unutturuyor. Kâbe’nin insanın içini aydınlatan şavkı, Mescid-i Nebevi’nin Peygamber iklimine götüren havası her şeye yetiyor. Hele Arafat’ta yapılan vakfe duası insanı kuşatıp, zirvelerin zirvesine çıkarıyor. Orada peygamber efendimizin, “Hac Arafat’tır” sözündeki hikmeti anlıyorsunuz. Arafat’ta yankılanan Allah’ım nidası dalga, dalga bütün ruhları kaplıyor. Yaptıklarınız, yapamadıklarınız, günahlarınız, cürümleriniz bir, bir önünüze dökülerek sizi derin bir pişmanlık ve tövbe girdabının içine atıyor. Keşke bu muhasebeyi daha önce yapabilse idim diyorsunuz.

Aslında Hac, bir mahşer provasıdır. Bir gün yaşanacak olanların önceden yaşatılması, ölmeden önce inananların ölüme ve hesaba hazırlanmasıdır. Yani Allah’ın rahim sıfatının bir tecellisidir. Bakın şunlar, şunlar olacak, onun için şu, şu işlerden uzak durun ihtarıdır. Allah’ın o büyük sahnede ölüm ötesini göstermesi mümin kullarına bir rahmeti değil midir?

Her ibadetin ayrı bir güzelliği var.

Haccın güzelliği ise, amel defterinizi önceden açıp, sizi bir balans ayarı yapmaya, kendinize çeki düzen vermeye zorlamasından kaynaklanıyor. Kendi kendinize ben bu kadar yanlışı nasıl yapmışım diye hayıflanıyor, iyi işler yapmaya büyük bir iştah ve şevk duyuyorsunuz. Zaman geçiyor ve benim amel defterimde Allah’a götürecek hiçbir şeyim yok diyorsunuz.

Kutsal topraklarla ilgili yazılacak çok şey var. Her şey Allah’ın varlığını zaman ve mekândan münezzeh olarak hissetmekten, o sınırsız lezzeti yudumlamaktan ibaret değil.

Mezarları üzerindeki iz ve nişanları yok edilen Uhut şehitleri, peygamber meclisinde Nur-u Muhammedi’yi yudumlayan sahabelerin Cennetül Baki’de belirsiz hale getirilen mezarları insanı derinden etkiliyor. Bu ulu ruhlara böyle ev sahipliği olmaz diye isyan ediyor,

Vehabi’liğin İslam’ı çölleştiren, çoraklaştıran üslubuna içinizden öfkeler yağdırıyorsunuz. Orada şehitlerin efendisi Hz. Hamza yatıyor ama üstünde ne bir iz ne bir nişan. Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Osman, peygamberin kutlu zevceleri orada yatıyor ama üzerlerinde kırık dökük bir taş parçasından başka bir şey yok. Bazılarına bir taş parçası bile çok görülmüş, mezarları kaybolup gitmiş. Umarım bir gün o kutsilere ev sahipliği yapabilecek ahlak yüceliğine sahip nesiller gelir de bu kadir bilmezlik sona erer.

Hülasa, hayat kısa ve ölüm bize şah damarımızdan daha yakın. Onun için, Baki hakikatleri, fani lezzetlere, dünyevi hırslara feda etmemeli, düzgün bir hayat yaşamalıyız. Aksi takdirde hüsrana uğrayanlardan oluruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi