Ergenekon kimi sevindirecek?
Ergenekon operasyonuna yeni dalgalar eklendikçe örgüt şemasına dahil olan şahısların konumu devlet içinde piramidin üst kısmına doğru yükseliyor. Başlangıçta gözden kaçan küçük bir grubun devlete de zararlı hale gelmeye başlayan örgütlenme ve eylemleriyle sınırlı olduğu intibaını veren yapılanma genişledikçe ürküntü veriyor.
Zanlıların konumu, rütbesi sadece iddia bile olsa adlarının geçtiği ilişkiler ağı göz önüne alındığında hangisinin “devlet”, hangisinin “derin devlet”, hangisinin “çeteleşme” olduğunu anlamakta güçlük çekiyor sıradan vatandaş. Hatta bu işleri bildiğini düşünenler bile ilişkilerin bu kadar iç içe geçtiği bir karmaşada “başka kimler var?” sorusunu sormadan edemiyor.
Son dalgayla birlikte siyasi ortamın iyice ısınmış olmasına rağmen bu operasyonun yapılabilmiş olması; sembolik anlamda, bir dönem MGK genel sekreterliği yapan emekli askeri bürokrattan anayasal kurumu temsil makamındaki sivil bürokratlara kadar pek çok ismi içine alan bir ilişki ağından bahsediyoruz. Hele “bizim gücümüz aldığımız oyla sınırlı değildir” diyen bir parti liderinin telaşesinin ardında neler yatabileceğini düşündükçe ya da “amiral gemisi”nin kaptan köşkünden bakarak olup biteni “fasa fiso” edebiyatına indirgenmek istenmesinin doğuracağı kuşkular vatandaş olarak herkesin uykusunu kaçırmaya yeterli… Başbakanın başörtülü eşinin ordu evine giremediği bir “demokratik ülke”de, tüm bu operasyonların arkasında sivil iradenin yani hükümetin olduğunu düşünmek çok safça yaklaşım olur. Askeri ve sivil bürokrasi ile devlet içinde bir mutabakata varmadan bu operasyonları tek başına bir savcının omuzlayacak kadar ne adalet sisteminin ne de sivil siyasetin güçlü olmadığını söylemeye gerek yok.
Peki olup bitenlerden nasıl bir sonuç çıkarılabilir?
Her şeyden önce şu hususları tekrar hatırlamakta yarar var. Birinci olarak; Türkiye bir NATO üyesi ülkedir. Bunun anlamı Türkiye'de siyasette güç ilişkilerinden dünya sistemi içindeki yerine kadar temel pek çok alan bu ittifak çerçevesinde belirlenmektedir. Bunun aksi oluşumlara bu yapı kolay kolay izin vermez. Velev ki ordu içinden bile bu yönde bir eğilim olsa bile. NATO yapılanması herhangi bir kültür anlaşması demek değildir. İkinci dünya savaşından beri bu ülkenin ideolojik ve siyasi tercihlerini bu ittifak ilkelerinin belirleyici olduğunu düşünelim.
İkinci olarak; Türkiye Amerika arasında stratejik ilişkiler vardır. Özellikle silahlı kuvvetlerle batılı müttefik olarak Amerika arasında özel ilişkilerin olmaması düşünülemez. ,
Üçüncü olarak, yine ABD'nin teşviki (icbarı) ile Türkiye Avrupa Birliğine üye olma yolunu seçmiş ve bu konuda devlet kararı alınmıştır.
Sadece bu üç başlık bile Türkiye'de devletin stratejik tercihlerinin ne yönde olduğunu ve hangi alanlarda bu tercihlerin değiştirilmesine izin verilmeyeceğini göstermeye yeterlidir. Herkesin bildiği bu üç basit gerçeği göz önüne almadan iç siyaset meselesi de olsa böylesine köklü bir dönüşüme işaret eden operasyonları anlamlandırmak, anlamak mümkün değildir.
Devletin en tepesindekilerin ayaklarını ıslatacak kadar yaklaşan son dalganın ne anlama geldiği bu ilişkileri, ittifakları göz önüne almadan anlamlandırmak mümkün görünmüyor. Anlaşılan o ki, 11 Eylül ve Irak işgaliyle başlayan ve Türkiye'nin AB sürecine dahil edilmesiyle pekişen yeni sürece devlet içinde etkili düzeyde bazı direnişler oldu. Bunların özellikle askeri kademedeki yansımaları, ordunun kendi hiyerarşik yapısını bozmadan devre dışı bırakarak halletme yoluna gitti. (bu konuda Umur Talu'nun dünkü Sabah'taki yazısı hayli açıklayıcı idi). Ancak kimi unsurların bu düzenlemeden rahatsız oldukları gibi kendi başlarına farklı yapılanmalara gitmeye çalıştıkları anlaşılıyor.
Tam bu noktada hangisi devlet adına hangisi çeteleşme adına yapıldığı sorusuna açıklık getirilebilir. Sistem dışı kalan unsurlar, daha önceden var olan “gladyo” türü yapılanmalarla temasa geçtikleri, işbirliği yaptıkları, organize ilişkilere geçip “zinde kuvvetler” adına “durumdan vazife çıkarmaya” çalıştıkları en azından eldeki günlüklerden ve tecrübelerimizden çıkartabiliyoruz.
Devlet bu noktada yukarıda tekrarladığım üçlü ilişkiler çerçevesinde 'üstüne düşen düzenleme'yi yaparken buna direnen kontrol dışı güçlerin üzerine gitme ihtiyacı hissettiği anlaşılıyor. Zira bunların askeri ve sivil kanadı da rahatsız edecek bir yapılanmaya girdikleri çok açık görünüyor.
Bu noktada sorun şu. Bu güçlerin tasfiye edilmesi Türkiye'deki siyasi hayatı daha sivil, şeffaf, toplumsal mutabakata uygun hale gelmesine katkısı olacak mı? Siyasetin üstündeki çeteleşmelerden, karanlık ilişkilerden, suç örgütlenmesinden kurtulmaya kapı açacak bir iradeye, siyaset anlayışına kim itiraz edebilir?
Benim aklıma takılan soru şu: bugün Ergenekon gibi yapılanmaları tasfiye ettiren NATO gibi bağlantılar soğuk savaş şartlarında siyasi ve ideolojik gerekçelerle bu ittifakların gereği olarak devlet içinde örgütlendirilmemişler miydi?
Eğer bu tasfiyede “ittifaklar”ımızın etkisi sanıldığı gibi birinci dereceden belirleyici ise bu durumda siyasetin sivilleşmesi adına sevinmemiz için ne kadar iyimser olabiliriz?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.