'Yerli yabancı'lar, 'köle'lerinin uyanmaması için direnirken..
Evvelki gün, ‘ziyareti yasaklanan türbeler’den çok farklı olan ve resmî ideoloji baskısı ile ziyaret olunması hattâ bir de mecburî kılınan ‘laik türbe’de toplanan onbinlerin çığlıklarını ve kendi halkları üzerine kurdukları tahakküm düzeninin yıkılmaması için, bir ölüden meded uman zavallılıklarını temaşâ ederken; Frantz Fanon’un, ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ eserinde anlattıkları gözümün önünde canlandı..
Bülend Arınç’ın, (ikinci ayın 2’sinde, saat 2’de, Anıtkabir’de..) mânasına gelen (222A) şifresiyle harekete geç(iril)en bu kalabalıkların, 27 Mayıs 1960 öncesindeki (555K) (beşinci ayın beşinci günü, saat 5’te Kızılay’da..) şifresiyle aynı taktiği takib ettiğini ve ihtilal kışkırtıcılığı eylemleriyle aynı mânaya geldiğini söylemesi, ilginçti.. Arınç’ın dediği gibi, o kalabalıklar, birilerine selâm çakıyor; ‘Nerede kaldınız, çok geciktiniz? 60’da, 80’de gelmiş, kurtarmıştınız.. Yine geliniz.. Bu halk adam olmaz..’ dercesine bir zavallılık sergiliyorlardı..
Gerçekte, karşımızda olan, Fanon’un anlattığı sömürgecilik mekanizmasıydı.. Ama, bu kez, dış sömürgecilerin içerde odaklanmış uzantıları sözkonusu idi.. Derisinin rengi, dili, soy ve kan bağıyla yerli; ama, beyinlerinin içiyle, duygu ve düşünce ve zevkleriyle, yaşayış tarzları ve ahlâkî ölçüleriyle kendi halklarına yabancılaşmış -ve ‘şeyhin kerameti kendinden menkul/nakledilir’ deyimini hatırlatacak şekilde- kendilerini ‘aydın’ zanneden ‘neo-colonialist’ (yeni sömürgeci) tipi bir ‘despotlar güruhu’nun harekete geçirdiği kalabalıklar vardı, karşımızda..
Fanon’un ‘yerli despotlar’ı daha da korkunç görmesi gibi bir durum sözkonusuydu..
1925'te Martinik'te doğan ve çocukluğu, şeker plantasyonlarında çalıştırılmak için Karaib’lere getirilmiş olan Afrikalı siyah köle ve esirler arasında geçen ve sonra Fransa’ya yerleşip tıb tahsili yapan ve Cezayir İstiklal Savaşı’nda da fransız sömürgeciliğine karşı savaşan ve amma Cezayir’in bağımsızlığını göremeden vefat eden Frantz Fanon, ‘Damnes de la Terra’ (Yeryüzünün Lânetlileri) isimli eserinde, ‘Eğer Beyaz sömürgeci burjuva liderleri yerine, Avrupalılarca eğitilmiş Siyah burjuvalar getirilirse, bunun, daha da büyük bir felaket olacağını’ düşünüyor ve buna karşı ‘devrimci şiddet’in gerekliliğine inanıyordu.. çünkü, ‘işgalci sömürgeci’ler, yine de ‘kaybedecekleri bir şeylerin olduğu’ korkusu taşırlardı. Ama, sömürgecilerin ‘yerli kuklalar’ıysa, kaybettiklerinde, ‘tahakküm mekanizmasına bir daha sahib olamayacakları’ dehşetiyle, daha çok baskıdan başka çare olmadığını düşünüyorlardı.
Fanon, sömürgeciliğin insanın ruh yapısını nasıl biçimlendirdiğini bir psikiatrist olarak da tahlil ediyor ve sömürgecilere karşı ‘şiddet’i öneriyordu.. çünkü, ‘şiddet, halkı aşağılık kompleksinden, umutsuzluktan ve eylemsizlikten kurtarır; onu korkusuz kılar. Böyle bir süreçte, bir savaşçı, düşmana karşı ilk kurşunu sıktığında, önce kendi ezik kişiliğini öldürür. İnsan o ilk kurşunla birlikte yepyeni bir insan olarak doğar... Artık kendini küçümsemez; düşmanını büyük görmez, her şeyi yerli yerinde görmeye çalışır..’
Fanon’un kitabına yazdığı önsözde J-P. Sartre de aynı şekilde düşünmekte, sömürgeciliğe karşı ‘şiddet’in tabiî bir refleks olduğunu belirterek şöyle demekteydi: ‘….şiddet seli tüm engelleri devirir. (…) Bir bumerang gibi, üzerimize geri gelir, bize çarpar ve daha öncekiler gibi, bunun bizim bumerangımız olduğunu yine bilmeyiz. ‘Liberaller’, aptala dönmüştür: Yerlilere karşı yeterince nazik olmadığımızı, onlara mümkün olduğunca bazı haklar vermenin akıllılık ve ihtiyatlılık olacağını kabul ederler.. (…) Metropol Solcuları da rahatsızdır: (…)‘Benimsenmek için şövalyece davranmalısınız.. Fazla ileri gidiyorsunuz, sizi daha fazla destekleyemeyiz!.’
çünkü, soylu ruhlarımız ırkçıdır. (…) Hepimiz iyi biliyoruz ki biz sömürücüleriz. (…) Zenginliklerle patlayıncaya kadar tıkınmış olan Avrupa, hukuken kendi halklarına, insanlık haklarını bağışladı. ‘Avrupalı olmak’, suç ortağı olmakla aynı mânadadır.. Zira, sömürünün nimetlerinden hepimiz istisnasız yararlandık. (…) Ya, Avrupa’nın yarattığı ve onu aşan canavar Kuzey Amerika’ya ne demeli? Ne safsata: özgürlük, eşitlik, kardeşlik, vatan ve bilmem daha neler! Bu büyük kelimeler bizi ırkçı bir söylemi sürdürmekten alıkoymadı.. (…)Bugün yerliler kendini gösteriyor, böylece bizim bağnaz kulübümüzün zaafı da ortaya çıkıyor ve seçilmiş, üstün bizler, kendi gerçek tabiatımızı ifşa ediyoruz: Biz bir çeteyiz! Ama, ‘üstün değerlerimiz’, bizi ufuklara taşıyan kanatlarını kaybediyor. Onlara yakından bakanlar, kana bulanmamış bir şey bulamıyorlar.’
*
Bu satırları okurken, bir taraftan da, ‘222A’ şifresiyle millete kafa tutmaya çalışan, ‘aman, iyi saatte olsunlar’ı kendilerini tekrar ‘kurtarma’ya davet edenlerin çığırtkanlıklarını anlamaya çalışıyorum.. Hani, şu, ‘Yahu, (22 Temmuz 2007 seçimi sonuçlarını), şu yüzde 47’yi ikide bir hatırlatmayın..’ diye yalvaranların; şimdi, birkaç on bin kişiyi meydanlara çekince, yeniden nasıl şirretlendiklerini; milletin büyük ekseriyetine nasıl lanetler yağdırdıklarını..
Ama, ilginç olan şu ki, toplumumuzdaki saflaşma giderek, iki taraflı bir ‘lanetleşme’ye göre ilerliyor.. Bu, önceleri hep tek taraflı idi.. Sadece‚ ‘mütegallibe sınıfı’, ‘kemalist/laik’ler, halkı ‘lanetli’ ve kendilerini de, ‘bu geri kalmış halkı yönetmek zahmetine katlanan seçkinler’ olarak görüyorlardı.. Ve dahası, ‘şiddete başvurma’yı, halk üzerine ‘devrimci hışım’la yürümeyi en tabiî hakları sanıyorlardı.. Şimdi ise, tersinden filizleniyor, bu duygu..
‘Mazlûm’ ve hep ezilmiş olan kitleler artık, asıl ‘lânetliler’in kimler olduğunu daha bir derinden algılıyorlar.. İst. üni. Rektörü bile, ‘örtülü olanların notlarını kırarım.’ diyecek kadar zorbalaşırken; ‘laikliğin kölesi’ olarak gördüklerinden bir ‘savunma refleksi ve tepkisi’ gelirse; şaşılmamalıdır.. Asıl şaşırtıcı olan, böylesine bir düşmanlık ilâmı ve ‘lanetleşme’nin refleks vermemesidir..
Bu zamana kadar güç gösterisi yapanlar hep bir azgın güruh idi ve hep onlardı lanetleyenler.. Geniş kitleler ise, başlarını eğmişler, eziklik içinde, ‘Hakk şerrleri hayreyler, / Zannetme ki gayr’eyler, / ârif ânı seyreyler, / Mevlâ görelim neyler, / Neylerse güzel eyler..’ diyerek, mütevekkil, bekliyorlardı.. Ama, bunun hep böyle devam edip gideceğini sanmak, safdillik olur ve bu hışımlı kitleler, kontrolden bir çıkarsa, o zaman, neyin nerede duracağını kimse kestiremez.. ‘Laiklik tehlikeye girerse, her şeyi yakıp yıkarız..’ mantığıyla hareket edenlerin, kendilerini de mahvedecek bir ateşle oynamaktan vazgeçmeleri umulur. Bir tarafın mazlûm ve hınçlı; diğer tarafın, zorba ve korkak olduğu bir hesablaşmanın sonucu iyi düşünülmelidir.
‘Bir hurûşuyla eder, bin hâne-i iqbâli, pest;/ Ehl-i derdin, seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz..’
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.