Def’etmeden önce cezbetmeye çalışmak ve dialog-tebliğ..
Gerçi, hukuk kuralı olarak, ‘def”i mazarrat, celb-i menafi’den evlâ’dır’ (zararın def’i- giderilmesi- menfaatin elde edilmesinden önce gelir..) şeklindedir, ama, bu kural, tehlike ve çatışma ihtimali açısındandır.. İnsanî ilişkiler açısından ise.. Celb, def’ten önce gelir.. Yani, birisini def’ ve uzaklaştırmaya çalışmaktan önce cezb ve celb’e, kazanmaya çalışmak..
Papa 16. Benedicktus, dialog çalışmalarının dinler arasında değil, medeniyetler arasında olabileceğini söylemiş.. Bu söze aynen katılıyorum, el’hakk, doğru.. Bunu defalarca da belirtmeye çalıştım.. Çünkü, Hristiyanlık (ve mezhebleri) adına, Papa ve Patrik gibi temsil hakkını haiz kimseler olsa bile, bugün bütün müslümanları temsilen kararlar alabilecek bir yetkili makamın olmayışı ortaya bir denksizlik çıkarmakta.. Bu yüzden, ‘dinler arası’ değil; belki, ‘dindarlar ve medeniyetler arası’ bir ‘dialog’un olabileceğini belirtiyorduk.
Ve amma, dialog kelimesinden korkulmamasını da tekrarlayayım. Dün, ‘Vatikan istiyor..’ diye dialoga karşı çıkanlar, şimdi de, ‘Papa da istemiyor’ diye karşı çıkıyorlar. Halbuki, ‘dialog’dan maksad, bir tarafın karşı tarafı kendisine zorla dayatması, değilse -ki değildir-, tarafların birbirlerini anlamasına, kendi inancımızı başkalarına ‘tebliğ’e vesile olursa, ondan niçin kaçınalım? Dinleyecek kulağı olana, sözleyecek sözümüz hep olmalıdır. Ama, Vatikan, bundan korktuğunu açıklamıştır. Vatikan Sözcüsü de, iki hafta önce, ‘dialog görüşmelerinin bir maskeli baloya dönüştüğü’nden yakınmıştı, herhalde kendi hallerini düşünerek.. Kaçanlar onlar; bizim maskemiz de yok, korkumuz da.. Tebliğ manâsındaki dialogdan kaçmak, zaaftır..
*Baykal ve başkalarıyla kan davamız yok, hakklara riayet ederlerse, dava biter..
Baykal’ın partisini açmasına İslamî örtüye riayet eden hanımlara karşı çıkılmamasını, geçmişteki tutarsızlıkları vurgulanarak oraya itilmeye çalışılmamasını, olumsuzlardan daha da uzaklaşması için bu tavrının teşvik edilmesi çağrımı, o gelişmelerin hemen ertesinde, 20 ve 22 Kasım günleri yazdım.. Bu anlayışın Başbakan Erdoğan tarafından da paylaşıldığını görmek elbette memnuniyet verici.. Erdoğan, Baykal’a da, karşılaşacağı eleştiriler karşısında, dik durması çağrısında bulunmuştur. Baykal’ın da, Erdoğan’dan kendisine yapılan ‘Dik dur!’ çağrısına, ‘Böyle bir tavsiyeyi memnuniyetle karşılıyorum. Böyle bir anlayış için içtenlikle teşekkür ediyorum. İyi niyetle baktığını herkesin olumlu bir şekilde değerlendirdiğini biliyoruz. Bunu bir kompleks konusu olarak görmüyorum. Obama'ya bile telkin yapan birinin bize de telkinde bulunmasına söyleyeceğimiz bir şey olamaz. Sağolsun..’ diye karşılık vermesi, ilginçtir.. Niyet ve istikameti ne olursa olsun, yanlıştan geri adım atana o konudaki geçmiş yanlışlarının hatırlatıp durmak, yaraya tuz dökmek mesabesindedir.. Bizim kimseyle kan davamız da yoktur; Hakk’a ve haklılara yaklaşanları niyet sorgulamasına tâbi tutmak hakkımız da... Aklı olan, tuzaklara aldanmamaya çalışır..
*Alevîlik ve cemevleriyle ilgili yazılarıma tepki verenlere umumî cevabım:
1-Birileri kendisini açık şekilde, ‘Ben müslüman değilim!’ diyorsa, onu illâ da İslam dairesi içinde göstermeye müslümanların ihtiyacı da yoktur, yetkisi de..
Ancak, karşımızdaki kimse ismiyle, yaşayış tarzı ve hayatının genel çizgileriyle müslüman kültürünün pekçok ortak yönlerini yansıtıyorsa, ona, ‘müslüman değilim diyorsun, ama, kendini iyi tahlil edemediğini düşünüyoruz, tepkilerle hareket ediyorsun, kendi aslî yerini, davranışlarında noksanlıklar gördüğün müslümanlara değil, İslam’a bakarak belirle..’ dememiz, Hakk ve adâlet anlayışının da gereğidir. İnsan ilişkilerinde cezb, def’den önce gelir.
2- Diyanet İşl. Başk.lığı, yeni laik rejimi ayakta tutmak için, Osmanlı zamanındaki ‘Evkaf ve Şer’iyye Vekaleti’nce görülen kamu hizmetlerinin bir kısmını görmek üzere oluşturulmuş ve laik rejimin anayasasına göre de, ‘kendisine kanunla verilen vazifeleri yerine getirmekle yükümlü’ bir kurumdur. Bu kurum içinde değerli müslümanların olması onun bu aslî mahiyetini değiştirmez. Tersine, onun kendisine yüklenen fonksiyonları yerine getirebilmesi için o gibi iyi kadroların olması mantıkî bir gerekliliktir de..
Bu kurum, toplumun büyük kesimini oluşturan -özellikle de hanefî mezhebinden- ‘sünnî’ müslümanları rejimin istediği çizgide tutmakla yükümlü olduğundan, müftülüklerin ve mâbedlerin yönetimi ve bazı şeklî ibadetlerin yerine getirilmesi için halka yardımcı oluyor görünümünde.. Ama, laik bir rejimde, o gibi hizmetlerin yerine getirilmesinde, vergi veren her vatandaşın da kendi inancına göre bir hizmet talebinde bulunması hakkı vardır, elbette.. Bu açıdan, bu gibi hizmetlerden kendi inançlarına göre istifade edemiyen her vatandaş gibi, ‘alevî’ vatandaşların da, benzer hizmet taleblerinde hakkları kabul edilmelidir..
3- Bir kısım ‘alevî’ halk kesimlerinin ‘cemevi’ olarak isimlendirdikleri mekanlar da, şartlarının haiz ise, kamu menfaatine çalışan bazı kurumlara tanınan ayrıcalıklardan faydalandırılabilir.. Benim karşı çıktığım bu manadaki bir cemevi değil, müslümanların mâbedinin aslî ismine karşı çıkarak, yine bir müslüman kitle gibi ve değişik bir mâbed ismiyle ortaya çıkmak eğilimidir.. ‘Alevî’ler, bir kısım yönetecileri eliyle, emperyalist emellerine takılırlar ve o destekle, bazı geleneklerini İslamî manada ibadet ve o mekanları da ibadetgâh imiş gibi göstermekte ısrar ederlerse, bunun ‘müslümanım’ diyen halk kesimleri arasında çok keskin ve derin bir kopma ve kırılmalar meydana getireceği unutulmamalıdır. Mâbedinin ismi bile farklı olan halk kesimleri arasında hangi ortak bağ kalabilir ki? Ve, İslam dünyasında, mescid /câmi dışında başka bir isimle anılan hiçbir müslüman mâbedini şahsen bilmediğimi de tekrar vurgulamalıyım.. Karşı çıktığım, cemevi değil, cemevlerinin, müslüman mabedi olan mescid yerine gösterilmesidir..
4-Bir müslümanın ibadet anlayışı, hayatın her ânında ve sahasındaki fiillerini kuşatsa da, -ibadet denilince genelde anlaşıldığı şekliyle- bir kısım ferdî ve toplu ibadetlerin yerine getirildiği mescid / câmi hizmetlerinden, fetva işlerinden veya insanların çocuklarına, ailenin inancına göre eğitim verdirmek gibi hizmetlerden laik rejimin elçekmesi ve bu alanın, ferdler ve -oluşturacakları- cemaatlerin tercihine bırakılması fikri ilk planda güzeldir..
Ancaak, unutulmaması gereken nokta şudur: Mâbedler ve diğer eğitim/ hayır hizmetleri, genelde cemaatlerin yardımı ve vakıflarla ayakta durur.. Ve geçmişte, laik rejim tarafından el konulan gayrimuslim vakıflarının aslî sahiblerine ve mâbedlerin yetkili hukukî mütevelli heyetlerine iadesi, olması ve yapılması gereken idi.. Ama, müslümanların zengin vakıf kaynaklarının laik rejim tarafından müsadere edilmesine, zorla alınmasına ses çıkaran pek olmadı ve bunların tahsis edildikleri alanlara döndürülmesi hatırlanmadı, hatırlanmıyor.
Ki, Avrupa’da, hattâ mezheblere göre oluşturulan dev üniversiteler, eğitim kurumları ve hastahaneler, hangi mezhebe aid olduklarını gösteren dev tabelalarla, hizmetlerini herkese vermektedir. İslam vakıfları da, aslî sahiblerine döndürülmeli ve bu vakıflar üzerindeki tasallut ve haksız el koyma durumu kaldırılmalıdır..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.