İnsanoğlunun ihtiyaçları, devlet-insan münasebeti
CEMİYET halinde yaşayan İnsanoğlu; hayatının korunmasını, inandığı gibi yaşama imkanının sağlanmasını, neslinin ve malının korunmasını arzu eden mükerrem bir varlıktır. Dünya görüşleri, inançları, örf ve adetleri farklı olan insanların, kademeli olarak şu ihtiyaçlarını karşılamak için gayret sarfettiklerini söylemek mümkündür. Birincisi: Fizyolojik ihtiyaçlardır. Sıhhatini korumak, nafakasını elde etmek, yemek, içmek, her insan için önemlidir. İkincisi: Emniyette olma ihtiyacıdır. Bütün insanlar can, mal, nesil, akıl ve din emniyetinin sağlanmasını arzu ederler. üçüncüsü: Birbirini tamamlama ve dayanışma ihtiyacıdır. Merhamet, ünsiyet, sevgi ve velâyet (dostluk) gibi duygulara haiz olan insanlar; cemiyet halinde yaşadıkları için, birbirleriyle yardımlaşmak zorundadırlar. Dördüncüsü: Kimliklerini muhafaza etme ihtiyacıdır. İnsanlar, değer verdikleri kimliklerini (dini, etnik vs) muhafaza etmek için ellerinden gelen gayreti sarfederler. Beşincisi: Takdir olunma hissidir. Varlıkların en şereflisi olan insanoğlu; bir işte muvaffak olmayı arzu ettiği gibi, bu muvaffakiyetinin çevresi tarafından takdir edilmesini de arzu eden bir varlıktır.
Kendilerini emniyette hissetmeyen insanların, diğer ihtiyaçlarını düşünmeleri ve elde etmeleri kolay değildir. Hafıza ve ünsiyet sahibi olan insanoğlu; bu ihtiyaçlarını karşılamak ve cemiyet hayatının devamını sağlamak için “Devlet” adını verdiği organizasyonu gerçekleştirmiştir. Devletin varlık sebebi, insanlığa hizmetle sınırlıdır. Devletin zaruri vazifesi; insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini sağlamak, onların haklarını ve hürriyetlerini muhafaza etmektir. Genel anlamda siyaseti “insanoğlunun maddi ve manevi açıdan saadetine vesile olması gereken yönetim tekniği” olarak tarif edebiliriz. ‘Vesile olması gereken’ dememizin sebebi şudur: Adaleti hafife alan, iyilikleri yasaklayan ve kötülüklerin yayılmasını arzu eden zalim politikacıların, fesadın yayılmasına vesile olmaları mümkündür. Hukukun üstünlüğünü esas almayan bir devletin vatandaşlarının; zaman içerisinde hevâlarını ilâh edinmeleri mümkün olduğu gibi, “kuvvetli olanın daima haklı olduğuna’ inanmaları da mümkündür. Tedavisi kolay olmayan bu iki hastalık, insanı insanın kurdu haline getirebilir.
Son yıllarda bütün dünyada, insan hakları ve hukuk devleti kavramlarının ön plâna çıktığı malûmdur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’ne göre; kavmi, rengi, dili ve dini ne olursa olsun bütün insanlar kanun önünde birbirine eşittirler. Kanun önündeki eşitliğin sağlanması, insanların umumi ve hususi haklarının muhafazası için önemli bir unsurdur, fakat yeterli değildir. çünkü kuvvet kullanma imtiyazına sahip olan devletin, insanların haklarına aykırı olan hükümleri “kanun” haline getirmesi mümkündür. Totaliter ve otoriter keyfiyete haiz olan devletlerin, vatandaşlarına ‘esir muamelesi’ yaptıklarını gizlemenin bir anlamı yoktur.
İslam ûleması, sultanın (devletin-iktidarın) meşrûiyetini, adalete riayet ile sınırlandırmıştır. İslâm fıkhı’nı uygulayan devletin temel hedefi; dini, kavmi, dili ve rengi ne olursa olsun her insanın can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini sağlamak, haklarını ve hürriyetlerini korumaktır. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav), “Müslümanın, diğer müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır. Müslümanlar İslâm dininin himayesi altındadırlar. Bu hususta gayr-i müslim (zimmet ehli) olanlar da müslüman gibidirler”(1) buyurduğu malûmdur. Darû’l İslâm’da değişmeyen kaide şudur: Müslümanların lehine olan şeyler gayr-i müslimlerin de lehine, müslümanların aleyhlerine olan şeyler, onların da aleyhlerinedir. Gayr-i müslimler, kendi aralarında cereyan eden ihtilâflarını dinlerine göre çözebilirler. Yani kendi içlerinden birisini hakem tayin etme ve kendi inançlarına göre ihtilâflarını çözme hakkına haizdirler.(2) BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde, henüz bu keyfiyete haiz olan bir hakkın tanınmadığı malûmdur.
Türkiye’de İslâm Fıkhı’na meydan okuyan devlet adamları; önce lâiklik felsefesine uygun olduğuna inandıkları kanunları çıkarmışlar, daha sonra kendi çıkardıkları kanunları ‘mukaddes metinler’ gibi savunmaya başlamışlardır. Vatandaşların neye inanacaklarını, hangi kıyafetle sokağa çıkacaklarını, neyi düşüneceklerini ve bu düşüncelerini nasıl ifade edeceklerini tesbit eden sivil ve asker bürokratların; ‘çağdaş uygarlık’(!) adına totaliter devlet anlayışını ön plâna çıkardıkları malûmdur. Demokratik-Laik olduğu iddia edilen eğitim sisteminin getirdiği kimlik krizi, her alanda kendisini hissettirmektedir. Terör, rüşvet, fuhuş, tefecilik ve resmi soygun gibi cürümlerin hızla arttığı görülmektedir. Terörün önlebilmesi için ‘eğitimin şart olduğunu’ iddia edenlerin; PKK’nın lider kadrosunun, “A.ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde” okuduklarını unutmamaları gerekir. Modern hurafelere dayanan ve lâik olduğu iddia edilen eğitim sisteminin, kırk yıldır terörist yetiştirdiğini söylemek mümkündür.
_________________
(1) İmam Ahmed b. Hanbel- El Müsned- İst: 1401 C: C: 2 Sh: 277, Ayrıca Sünen-i Tirmizi- İst: 1401 K. Birr: 17
Sünen-i İbn-i Mace İst: 1401 K. Fiten: 2
(2) Şeyh Nizamüddin ve Heyet- Feteva-ı Hindiyye- Beyrut: 1400 C: 3 Sh: 397.