Modern hurafelerin ve terörün kaynağı: Aydınlanma Felsefesi

Modern hurafelerin ve terörün kaynağı: Aydınlanma Felsefesi

TARİH boyunca hak ile batılı birbirine karıştıran ve hevâlarını ilâh edinen müstekbirler, diğer insanların haklarına tecavüz etmişlerdir. Orman kanunlarını esas alan ve “Kuvvetli olan haklıdır” iddiasını ispat etmeye çalışan devlet adamlarının, kendilerine mahsus hurafeleri vardır. Hurafe, meşrû temeli olmayan anlayışları, uygulamaları ve din adına ileri sürülen batıl inançları ifade eden bir terimdir. Hurafeler, din adına piyasaya sürüldüğü gibi, herhangi bir ideolojinin topluma hakim olması için de ileri sürülebilir. Büyük Fransız Devrimi’nden sonra avrupa’da; aklı putlaştıran, bilimi herşeyin ölçüsü kabul eden ve dini ile dünya işlerini birbirinden ayıran (laik-seküler) siyaset anlayışı ön plâna çıkarılmıştır.Akıllarını dünyevi ihtiraslarıyla sınırlandıran ve hevâlarını ilâh edinen batılı filozoflar; önce ruhban sınıfının siyaset sahnesinden çekilmesini, sonra “Kralsız-Tanrısız” bir siyasi rejimin kurulmasını teklif etmişlerdir. Rasyonalizm, (akılcılık) scientisme (bilimcilik), rölativizm (izafiyet) ve pozitivizm gibi ideolojiler, aydınlanmacı filozofların piyasaya sürdükleri modern hurafelerdir. Bu filozofların, bütün dini ve ahlaki değerleri, “hurafe” kavramını kullanarak mahkum etmeye ve ortadan kaldırmaya gayret ettiklerini söylemek mümkündür.

Son yıllarda Illuminati çetesi’nin emellerine hizmet eden bazı filozofların “ insanın doğal (fıtri-tabii) özüne uygun düzenin kurulabilmesi için, aklın hurafeleri, batıl inançları, tarihi efsaneleri ve birbirleriyle rekabet eden dinleri ortadan kaldırması gerekir” iddiasını ortaya attıkları malûmdur. Bu modern hurafelere “üçüncü Dalga Teorisi” adını vermişlerdir. Adaleti hafife alan, bütün manevi ve ahlâki değerleri reddeden üçüncü dalga teorisi; Papa II.Jean Paül’ün, ölümünden bir ay önce yayınlanan ‘Hatırlatmak ve Kimlik’ (Memoria e Identita) isimli eserinde “Dinsizlik” (Anti- Dindarlık) projesi şeklinde ifade edilmektedir. Papa İkinci Jean Paul’ün; İki Polonyalı filozof ile yaptığı sohbetlerinden derlediği, 224 sayfalık ‘Memoria e Idenita’ (Hatırlatmak ve Kimlik) isimli kitabı, aynı anda onbir dilde birden yayımlanmıştır. Papa, ‘Dünyada sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak, iyi-kötü (ayrımı) ayırımını dikkate almayan bir düzeni ön plâna çıkarır” tesbitinden sonra, sözü üçüncü dalga teorisine getirmekte ve şöyle demektedir: “Anti-dindarlık projesi, büyük finansal kaynaklara sahip olanların desteklediği bir projedir. Bu proje, tek tek uluslar bazında değil, dünya çapında ortaya konulmak istenen bir projedir. Ekonomik güç odakları (kapitalistler) dünyayı kendi yönettikleri bir süpermarket haline getirmek için bütün imkanlarını serefber etmektedirler. (..) İnsan haklı olarak bütün bunlara bakıp, yeni dünya düzeninin sinsice demokrasi görüntüsü arkasına saklanan totaliterizmin başka birşey olup-olmadığını sorgulama ihtiyacını hissetmektedir."

Papa II. Jean Paul; bu eserinde, sadece ant-i dindarlık pojesini değil, aydınlanma felsefesine dayanan ideolojileri de eleştirmekte ve şöyle demektedir: ”kutsal kitabı inkâra götüren ideolojilerin, demokrasiyi savunarak ortaya çıktıklarını ve parlamentoların da buna demokrasi adına onay verdiklerini görüyoruz. Demokrasi rejimi, ‘halkın kutsal değerlerini dikkate almadığı için’ kendi kendine ihanet etmektedir.”

MODERN HURAFELER VEYA SİVİL DİN PROJELERİ

Türkiye’de resmi ideolojiye iman eden ve ‘Hikmet-i Hükümet’ anlayışını savunan sivil ve asker bürokratların “dini inançlarını ve değerlerini, kamu alanına taşımayan modern vatandaşların yetiştirilmesini, yani din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını esas aldıklarını gizlemenin bir anlamı yoktur. Modern hurafelere inanan aydınların; Türkiye’ye mahsus olduğu iddia edilen laiklik tatbikatı, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını değil, dini anlayışların devlet tarafından şekillendirilmesini, denetlenmesini ve yönlendirilmesini gündeme getirmiştir. İslâm şeriatını (fıkhını) mahkûm eden devlet adamları; önce laiklik felsefesine uygun olduğuna inandıkları kanunları çıkarmışlar, daha sonra bu kanunları ‘mukaddes metinler’ gibi savunmaya başlamışlardır. Bu siyaset anlayışı; profan insan tipini ortaya çıkarmamakla kalmamış, anomi felâketinin yayılmasına sebeb olmuştur.

Siyasi parti liderlerinin, aydınlanma felsefesine göre sınırlarını tesbit ettikleri sivil din projeleri birbirinden farklıdır. İnsanların dünya görüşlerini şekillendiren ve inançlarını tahrif eden sivil din projelerinin, bazı ortak hedefleri vardır. Bu ortak edeflerini, maddeler halinde izah etmek mümkündür.

A) Bütün sivil din projeleri’nde, hüküm koyma hakkı, devlet adamlarına mahsus olan bir haktır. Din, ‘devletin temel hedeflerine hizmet ettiği ve devlet adamlarının işine yaradığı’ müddetçe önemlidir. Sivil din anlayışı, insanların sadece yaşama biçimlerini değiştiren ve dünya görüşlerini şekillendiren bir proğramın uygulanmasından ibaret değildir. Bu proje, insanı yerinden eden, onu kendisine ve kendi dışındaki dünyaya yabancılaştıran, insanın mukaddes-münzel din idrakini parçalayan, “modern-ulus devlet/mukaddes resmi ideoloji” anlayışını telkin eden bir projedir.

B) Modern-sivil din anlayışı; insanı yeryüzünün halifesi değil, sahibi olarak gören, münzel kitaba dayanan bütün dinlerin iman esaslarını ve mukaddes değerlerini, prağmatik gerekçelerle değiştiren bir projedir. Varlığın öznesi olarak sadece insanı, mekânı olarak sadece ‘dünya’yı’, zaman olarak da sadece ‘şimdi’yi’ merkeze alan; bu yönüşle insanoğlunu Allah’a (cc) ve ilâhî olan herşeye karşı lâubaliliğe sevkeden bir projedir.

C) Modern-sivil din projesi; münzel kitaba dayanan dinlerin temel hedeflerini tahrif ettiği için, insanların din ve vicdan hürriyetlerini ortadan kaldıran, bunun yerine tahrif edilmiş ‘din ve vicdan özgürlüğü’ anlayışını yerleştiren bir projedir. Resmi ideolojiye iman eden ve ‘Hikmet-i hükümet’ felsefesini savunan aydınlar; modern hurafe hükmünde olan sivil dinin, teröre sebeb olduğunu idrak etmekten bile acizdirler.
Prağmatizm ideolojisine iman eden ve yaşanan hadiselerin sebeblerini değil, sadece neticelerini dikkate alan devlet adamları, Türkiye’yi ateş çukurunun kenarına getirmişlerdir. Hak ile batılı birbirine karıştıran ve ‘Modern Hurafeleri’ çağdaş uygarlık adına pazarlayan aydınlar arasında ‘İslâm Düşmanlığı’nın’ yayıldığını gizlemenin bir anlamı yoktur.

ETNİK TERöRüN SEBEBLERİ VE NETİCELERİ

Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olan sivil ve asker bürokratların, yıllarca “Terörün bir insanlık suçu” olduğunu, ‘devletin teröristler ile pazarlık yapamıyacağını’ söyledikleri malûmdur. Ancak terörü, ‘efradını cami, ağyarına mani’ bir şekilde tarif etmekten bile aciz oldukları görülmektedir. Latince “terrere” kelimesinden türetilen terör terimi “korkuya yol açan eylem, kitleleri şiddet kullanarak dehşete düşürmek veya siyasi ideallerini şiddet yoluyla gerçekleştirmek” gibi anlamları ifade için kullanılmaktadır. Masum-sivil insanların yaşama haklarını ortadan kaldıran terör; hem Allah’ın (cc) hukukuna, hem insanların haklarına karşı işlenen bir cürümdür. Türkiye’de etnik terörün (PKK terörünün) bir değil, birden fazla sebebi vardır. Bu sebeblerin tahliline geçmeden önce “Osmanlı Devleti’nde Türkler ile Kürtleri bir arada tutan manevi unsurlar nelerdir?” sualine cevap vermemiz gerekir. Lozan Anlaşması’nda “Millet sistemini” dikkate alan ve müslümanları kurucu (asli) unsur, gayr-i müslimleri de azınlık kabul eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yöneticileri; İslâm fıkhı’nı meydan okumanın, farzları yasaklamanın ve haramları teşvik etmenin nelere sebeb olabileceğini hiç düşünmemişlerdir. Ayrıca Türk ve Kürt kavminin ortak paydası olan İslâm Fıkhı’nı mahkum etmenin, bu iki kavmi birbirinden uzaklaştıracağını dikkate almamışlardır. Zaman içerisinde ulusal üst kimlik (Türklük) teorisi ve “Atatürk Milliyetçiliği” gibi kavramların ön plâna çıkarılması, etnik-kimlik probleminin çözümsüz hale gelmesine sebep olmuştur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, dağlara-taşlara “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesini yazdıran sivil-asker bürokratlar ve politikacılar, bunun istismara açık bir vecize olduğunu dikkate bile almamışlardır. Gazeteci-yazar Fikret Bilâ’nın, Milliyet Gazetesi’ne yayınlanan “PKK ile Geçen 24 Yılın Komutanları’ başlıklı röportaj dizisinde de belirtildiği gibi, 1991 yılına kadar ‘Kürt Kavmi’nin’ varlığı dahi kabul edilmemiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türkiye’de, ”etnik kimlik probleminin” (Türkçülük, çerkezcilik ve Kürtçülük gibi hareketlerinin) değişik vesilelerle gündeme geldiğini söylemek mümkündür. Sovyet tehdidi, Marshall yardımı, Truman doktrini ve NATO’ya girmek gibi; dış siyasi şartların zorlamasıyla Türkiye’de, “çok partili dönemin” başladığı malûmdur. Soğuk Savaş dönemi ile birlikte kimlik sorunu yerini, sağ ve sol gibi ideolojik kutuplaşmaya bırakmıştır. İdeolojik mücadelenin, kimlik proplemini geçici olarak gündemden çıkardığını söylemek mümkündür. İslâmcı-muhafazakar kimliğe sahip kitleler; soğuk savaş dönemi boyunca, anti-komünist sağ ideolojileri savunan siyasi partileri desteklemişlerdir. Kürt kavminin etnik haklarını ön plâna çıkaran aydınlar ise Marksist-Leninist ideolojiyi savunmaya başlamış ve ‘Devrimci-Doğu Kültür Ocakları’nı’ kurmuşlardır. PKK’nın kurucu üyelerinin, Devrimci-Doğu Kültür Ocakları’nın faal elamanları arasında yer aldıkları bilinmektedir. Sonuçta 12 Eylül’e kadar devam eden süreçte bazı siyasi dengeler, etnik kimlik meselesini bir süre için gündemden çıkarmıştır. 1980-83 arası askeri yönetim sonrasında etnik-kimlik proplemi; Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki işkenceler ve bölgede yaşanan devlet baksını sebebiyle, eskisinden daha kötüye gitmeye başlamıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan ve ana dili ‘Kürtçe’ olan vatandaşlar, potansiyel tehlike olarak görülmesi, yeni problemleri beraberinde getirmiştir. Yaşanan baskıya paralel olarak, ‘Kürtçülük Hareketi’ güçlenmeye başlamıştır. PKK’nın 1984’te silahlı eylemlere (teröre) başlaması ile gündeme giren “düşük yoğunluklu savaş” sürecinin, Türkiye’deki siyasi ve sosyal yapıyı zehirlediğini söylemek mümkündür.
Geçtiğimiz ayın en önemli hadisesi, TSK’nın başlattığı sınır ötesi harekattır. Halen devam eden sınır ötesi harekat; kesin sonuç sağlamasa bile, terörle mücadelede inisiyatifin ele geçirilmesine ve psikolojik üstünlük sağlanmasına vesilesi olabilir. Sınır ötesi harekat ile PKK’nın üslerine ve lider kadrosuna zarar vermek mümkündür. Ancak, terörle mücadelede başarılı olabilmek için, sadece askeri harekât yeterli değildir. Terörle mücadele için; modern-sivil din projesinin ortaya çıkardığı siyasi, hukuki, ahlaki ve sosyal alanlardaki tahribatın önlenmesi gerekir. Sivil Anayasa Projesi’ni ön plâna çıkaran AK Parti İktidarı’nın; modern hurafeleri ve sivil dini mahkûm edebilmesi kolay değildir. Türkiye’nin ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ bir viraja girdiğini görmemezlikten gelmenin bir anlamı yoktur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi