Sivil siyasetin sınırları, vehim hastalığı ve internet muhtıraları
BAŞBAKAN R. Tayyip Erdoğan'ın; ‘Medeniyetler İttfakı Forumu' için gittiği İspanya'da, bir gazetecinin sualine cevap verirken “Başörtüsü veya türban, velev ki siyasi simge olsa bile suç sayılamaz” şeklindeki tesbiti, bazı çevreleri rahatsız etmiştir. Hatta CHP Genel Başkanı “Türkiye'de başörtüsü sorunu yoktur. Türban ‘siyasi simge' olduğu için problemlere sebeb olmuştur. Yargı bu konuda son sözünü söylemiştir. Başbakan aldığı % 47 oya güvenerek, farklı konuşmaktadır” diyerek, “Başörtüsüne evet, Türbana hayır' kampanyasını başlatmıştır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın ‘İnternet'ten yaptığı açıklama'; yasama, yürütme ve yargı arasında, yaşanması muhtemel gizli savaşı gündeme getirmiştir. Bazı üniversite Rektörleri ve Danıştay Başkanlar Kurulu, kendi internet sitelerinde hükümete muhtıra vermeyi ihmal etmemişlerdir. Yargının kendi kararlarını bahane ederek, yasama ve yürütme organını tehdit etmeleri, hatta ‘Siyasi Partilerin Kapatılabileceğini' ima etmeleri, değişik açılardan tahlil edilebilir.
Türkiye'de totaliter zihniyete sahip olan sivil ve asker bürokratların; vatandaşların kılık-kıyafetlerine “emir-komuta” ile şekil vermeye gayret etmeleri yeni bir hadise değildir. 12 Eylül Askeri Harekatı'ndan sonra; üniversitelerde okuyan kız öğrencilerin “Başörtülü” olarak derslere devam etmelerini yasaklayan askeri cunta; zamanın YöK Başkanı İhsan Doğramacı'nın teklif ettiği ‘Türban' ile meseleyi çözmeye çalışmıştır. 28 Şubat Dönemi'nde bazı politikacıların; müslüman halkın öfkesini dikkate aldıkları ve “Başörtüsüne karşı değiliz. Ancak türban siyasi bir simgedir. Yüksek öğrenim Kurumları'nda siyasi simgeye izin verilemez' diyerek, zulmü yaygınlaştırmaya çalıştıkları malûmdur. Başbakan R.Tayyip Erdogan'ın “ demokrasiyi esas alan bir ülkede siyasi simgelerin ve sembollerin yasaklanamıyacağı” şeklindeki tesbiti, sabataist- avdeti aydınları ve bürokratları çileden çıkarmıştır.Hızını alamayan bazı üniversite Rektörleri'nin “TSK'nın dikkatini sınır ötesi operasyonlara yoğunlaştırması, rejimi koruma ve kollama görevini ihmal etmesine sebeb olabilir”(!) gibi yorumları ön plâna çıkardıklarını gizlemenin bir anlamı yoktur. Askeri vesayet rejimini savunan bazı eski politikacıların, 27 Mayıs İhtilâli'ni hatırlatmalarının bir değil, birden fazla sebebi vardır.
SİVİL SİYASETİNSINIRLARI
Türkiye'de büyük acılara ve miktarı trilyonlarla ifade edilen banka soygunlarına sebeb olan 28 Şubat Süreci, Sivil siyasetin sınırlarını tahrip etmiştir. Bu süreçte resmi ideolojiyi bahane eden bazı sivil ve asker bürokratların, “yönetmelik, tebliğ ve talimat gibi” terimlerin arkasına sığınarak, keyiflerini kanun haline getirmenin yolunu buldukları malûmdur. Kuvvetler ayrılığı ilkesini istismar eden ve brifing almak için Genel Kurmay Başkanlığı'na koşan yargı mensupları, yeni bir oligarşinin temelini atmışlardır. O dönemde okuduğu bir şiirden dolayı yargılanan ve cezaevine gönderilen R. Tayyip Erdoğan; hem yürütmenin başındadır, hem de yasama alanında önemli yetkilere haizdir. Bunu içine sindirmeleri kolay mıdır?
Bilindiği gibi Siyasi açıdan hükümet sistemleri, genellikle kuvvetler ayrılığı esas alınarak tasnif edilmiştir. Kuvvetler ayrılığı doktrininde; yasama, yürütme ve yargı terimlerinin (politik teslis) önemli bir yeri vardır. Kuvvetler ayrılığına göre yapılan hükümet sistemleri tasnifinde yargının konumu, yasama ve yürütmeden farklıdır. Parlamenter sistemde, yasama ve yürütmeyi birbirinden ayırmak kolay değildir. Türkiye'de kuvvetler ayrılığı ilkesini tahlil ederken, askeri bürokrasinin siyasi gücünü ve resmi ideolojiyi dikkate almak gerekir. Hikmet-i hükümet anlayışını, münzel kitaba dayanan bir din gibi benimseyen çevrelerin, vatandaşları “kimlik Kriz”ne sürüklediklerini gizlemenin bir anlamı yoktur.
Totaliter-saltanat rejimlerinin zulmünden bunalan toplumların; devletin gücünü yazılı anayasa hukuku ile sınırlayarak, vatandaşların eşitliğini esas alan bir cumhuriyet rejiminin kurulması için gayret sarfettikleri malûmdur. İnsanların seçme ve seçilme haklarına sahip çıkmaları, bu gayretin tabii bir sonucudur. Ancak hukukun üstünlüğü esas alınmadığı müddetçe, insanlara ‘seçme ve seçilme hakkı'nın' tanınmasının fazla bir önemi yoktur. Siyasi faaliyetleri ‘hikmet-i Hükümet' anlayışı ve resmi ideoloji ile sınırlandıran derin devlet, değişik bir oligarşiyi ön plâna çıkarmıştır. Tek şeflik döneminde (1940'lı yıllarda) CHP Genel Sekreteri olan M. Şevket Esendal “Bizim yazılmış ve yazılmamış olmak üzere iki anayasamız vardır. Yazılı anayasamız, 1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunudur. Yazılmamış olanı ise fiili durumdur” diyerek, ‘Modern Oligarşi' nın keyfiyetini itiraf etmiştir.
BüROKRATLARIN VE AYDINLARIN KARANLIĞI: VEHİM HASTALIĞI
Mükerrem bir varlık olan insanoğlunun; hem üstün meziyetleri, hem de garip zaafları vardır. Yaygın olan zaaflarını “ iktidar ihtirasına kapılması, şeytanın telkinlerine kulak vermesi ve şehvetlerini tatmin için gayr-i meşrû yollara tevessül etmesi' şeklinde ifade etmek mümkündür. İnsanın fıtratında hased, vehim, cimrilik, nankörlük ve öfke gibi, değişik psikolojik unsurların bulunduğunu gizlemenin bir anlamı yoktur. İnsanoğlunun üstün meziyetlerinden birisi, hafıza sahibi olmasıdır. Geçmişte yaşanan hadiseleri hatırlamaları, tahlil etmeleri ve bunlardan ibret alarak aynı hataları tekrarlamamaları mümkündür. Bu hakikati dikkate alan bazı ilim adamları, tarih ilmini “insanlığın ortak hafızası” şeklinde ifade etmişlerdir. Tarih boyunca hafızalarını iyi kullanmayan kavimlerin, değişik felâketlere uğradıkları malûmdur.
Türkiye'de ‘Kemalizm'i' savunan, Atatürkçü olduklarını iddia eden ' ve ‘lâiklik ideolojisi'ni münzel kitaba dayanan bir din gibi benimseyen bürokratlar ve aydınlar, İslâm Fıkhı'nı mahkûm edebilmek için ellerinden gelen gayreti sarfetmektedirler. Allah'ın (cc) emrine itaati esas alan ve başörtüsünün farz olduğuna inanan kız öğrencilere: “Başörtüsü, çağdaş bir kıyafet değildir. Siyasal İslâm'ın simgesidir. Başörtüsüne müsaade edemeyiz” diyen bürokratların ve aydınların, AK Parti iktidarını tehdit ettiklerini gizlemenin bir anlamı yoktur. Tesettürün çağdışı olduğunu savunan çevrelerin, kullandıkları “çağdışı” terimi ile aynı çağda yaşamayı değil, İslâm Dini'nin tebliğ edilmeye başlandığı dönemi kasdettikleri malûmdur. Bunu açıkça ifade etmemelerinin sebebi, ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu teşkil eden müslümanların tepkilerinden çekinmeleridir. Bazı sivil ve asker bürokratların; Atatürk ilkelerini ve devrim kanunlarını bahane ederek, İslâmi tesettürü mahkûm etmeye gayret ettikleri malûmdur. Ancak bu gayretin, Atatürk adına işlenen bir cinayet olduğunu söylemek mümkündür. Zira Prof. Dr. Afet İnan'ın kaleme aldığı “ Atatürk ve Türk Kadını Hakları'nın Kazanıalması” isimli eserde; Atatürk'ün “Eğer kadınlarımız; dinin emrettiği kıyafet, faziletin icabettirdiği tavır ve hareketler içinde bulunur, milletin ilim, sanat, ictimaiyyat hareketlerine iştirak ederse, milletin en mutaassıbları dahi buna itiraz edemez” dediğini belirtmektedir. Bu eser Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır.
Genel Kurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan “Atatürkçülük-1” isimli eserde (Baskı Tarihi: 1982) Atatürk'ün “İcab-ı din olan tesettür, kadınlar için mucir-i müşkilât olmayacak kadınların ilim hayatlarında erkekler ile teşrik-i faaliyet etmesine engel-mani bulunmayacak bir şekli basittedir. Bu şekli basit, hayat-ı ictimaiyyemizin ahlâk ve adabına mugayir değildir.” (Sh:126) şeklindeki tesbitine yer verilmiştir. Dolayısıyla bu meseleyi, sadece resmi ideolojiyi savunan bürokratların bakış açılarına göre tahlil etmek mümkün değildir. Devlet'in bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ‘Tesettürün, İslâm dininin bir gereği ve emri' olduğunu ifade etmesine rağmen, Kur'an-ı Kerim'de başörtüsü emrinin bulunmadığını iddia eden bürokratlar ve aydınlar “verbalizm' hastalığına tutulmuşlardır. Meselenin bir diğer boyutu da şudur: Allah'ın (cc) mü'min ve mükellef olan kadınlara farz kıldığı tesettürü; bazı bürokratların çağdışı ilân etmelerinin, hatta bunu rejime muhalefetle izaha çalışmalarının sebebini, şeytanın kurduğu tuzaklarla açıklamak mümkündür. çünkü şeytanın çıplaklığı tavsiye ettiği muhkem nassla sabittir: “Ey Ademoğulları!. Şeytan avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerinden soyarak, annenizi ve babanızı cennetten çıkardığı gibi, size de bir fitne (tuzak) hazırlamasın. çünkü o ve onun hizbinden olanlar sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden görürler. Şüphe yok ki, biz şeytanları iman etmeyenlerin velileri kıldık” (El A'raf Sûresi: 27) İnsanların kalblerine vesvese vermek ve onları Allah'a (cc) isyana teşvik etmek için kıyamete kadar izinli olan şeytan, bazı sivil ve asker bürokratları etkisi altına almıştır. Başta tesettür olmak üzere; bazı farzları yasaklayan ve haramları teşvik eden çevrelerin, şeytanın emellerine hizmet ettiğini söylemek mümkündür. Başörtüsünün tepeden veya çene altından düz bağlanmasını; şahsi kanaatlerine göre yorumlayan bazı bürokratlar “Anadolu kadını, başörtüsünü çenesinin altından bağlar. Yaşmak örfi bir başörtüsüdür. Biz başörtüsüne değil, türbana karşıyız. Türban siyasi simgedir.” gibi, vehime vesveseye dayanan iddialarını, ısrarla tekrar etmektedirler. Psikiyatri biliminde “Obsesyon” olarak ifade edilen vehim-vesvese hastalığı, şöyle tarif edilmektedir:” Dışarıdan telkin edilen, kişiyi tedirgin eden, benliğine yabancı ve sinsi bir şekilde tekrar eden düşüncelerdir.” Vehim-vesvese hastalığının sistemli bir zihin faaliyetine dayanmayan ve bazı hallerde kendiliğinden ortaya çıkan psikolojik bir hal olduğunu ifade etmek mümkündür. Vesvese-vehim hastalığı, genel olarak insanı gayr-i meşru davranışlara iten bir hastalıktır. Bu anlamdaki vesvesenin kaynağı şeytandır. Dolayısıyla şeytan, insanın psikolojik zaaflarını iyi kullanır ve “şuuraltına telkin” yoluyla muhatabını etkisi altına alır. Sabetaist-Avdeti Aydınların ve bazı bürokratların “Kadınların başlarını örtmelerinin lâikliğe aykırı” olduğu iddiası, tutuldukları vehim-vesvese hastalığının derinliğini ortaya koymaktadır
HANGİ LAİKLİK?
Muhakkak ki her toplumun içerisinde; geçmişin mirası ve yaşanan hadiselerin yorumu, ihtilâf konusu haline gelebilir. Türkiye'nin gündemini işgal eden ve siyasi krizlere sebeb olan “Laik-Anti-laik” çatışması”, geçmişin mirasına dayanan bir ihtilâftır. Bilindiği gibi lâiklik ideolojisi devlet adamlarına ‘kanun çıkarırken dinin hükümlerini değil; aklı, bilimi ve toplumun ihtiyaçlarını esas almalarını' tavsiye eden bir ideolojidir. Bu tavsiye, tüzel kişiliğin (devletin) takip edeceği siyaset ile sınırlıdır. İnsanların özel hayatlarına müdahale şeklinde yorumlandığı zaman, Tıpkı bir zamanlar SSCB'de uygulanan ve insanların “din ve vicdan hürriyeti'ni” ortadan kaldıran ateist politikaları ön plâna çıkabilir. Zira bir müslümanın “Ben aklımı esas alırım. Allah'ın (cc) indirdiği hükümler beni ilgilendirmez” demesi mümkün değildir. Dolayısıyla müslümanlara “İslâm'a değil, lâiklik ideolojisine bağlı kalmak zorundasınız” demenin ve bu ideolojiyi dayatmanın manası nedir? Tüzel kişilik hükmünde olan devlet; lâiklik ideolojisini bahane ederek, vatandaşlarının “inandıkları gibi yaşamalarına” engel olabilir mi? Bu suale, sadece din düşmanlarının (ateistlerin) evet demeleri mümkündür. Hatta aklı başında olan ve diğer insanların haklarına hürmet eden ateistler bile “evet” diyemezler.
Toplum mühendisliğine soyunan bürokratların; insanoğlunun fıtratını dikkate almadıklarını ve “Tek Tip vatandaş' projesine ağırlık verdiklerini gizlemenin bir anlamı yoktur. Halbuki bütün toplumlarda, farklı inançlara ve değişik düşüncelere sahip olan binlerce insanın birarada yaşadığı malumdur. Hatta aynı aile içerisinde bile, farklı düşünen kimselerin bulunması mümkündür.
Siyaset ilminin literatürde, bir faaliyetin hukuka uygun olması haline meşruiyet denilir. Bir ülkede kanunların bulunması, hukuk devletinin varlığının delili değildir. Silâhlı ‘terör örgütlerinin, uyuşturucu ticareti yapan çetelerin veya ilkel kabile devletlerinin de kendilerine mahsus kanunları vardır. Fakat onların kanunları ile hukuk, birbirine taban tabana zıttır. Kanunlar; insanların fıtri haklarına, tabii hürriyetlerine, toplumun nizam ve gelişme ihtiyacına uygun oldukları zaman, “Hukuk” gündeme girer. Hukuk devletinde; bağımsız, adil ve güvenilir bir yargı sisteminin bulunması zaruridir. Kanunları çıkaran ve uygulayan insanlar da aynı kanunlara tabi olmak zorundadırlar. Siyasi iktidarın teşekkülünü, denetlenmesini ve devredilmesini kurallara bağlayan rejim; şüphelerle ve çirkin fiillerle, paradoks bataklığına sürüklenmiştir. Hakkı inkâr eden ve nefs-i emmarelerinin şehvetlerine tabi olan soğuk savaş mühendisleri; hem kendilerini, hem toplumun bütün ferdlerini, ateş çukurunun kenarına getirmişlerdir. AK Parti iktidarının; keyiflerini kanun haline getiren ve ‘İnternet Muhtıraları' ile kendisini tehdit eden ‘zinde güçlere' boyun eğmemesi şarttır. Aksi takdirde , partisinin başında yer alan ‘Adalet' kavramına ve varlık sebebine ihanet etmiş olur.