Manisa'da Şekerci Hüseyin Dede, bir gönül eri
1974’lü yıllar; idealizmin zirvede, gerçeklerden ise bir hayli uzak olduğumuz günler… Manisa; şehzadeler diyarı… Sultan, Hatuniye, Muradiye Camileri, Ağlayan Kayası ve Şehzade Mehmet Fatih’in şeref verdiği diyar… Aynali Camii, hani Filibeli Şehbender zade Ahmet Hilmi Efendi’nin “Amak-ı Hayal” isimli eserinin konusunu teşkil eden cami var ya, işte orası…
İstidlal yoluyla İslam’ı anlamaya ve yaşamaya başlayan nesil, Nizam-ı Âlem Ülkücüleri, mana bütünlüğü açısından en güzel şehirlerden birisi mesabesindeki bu kutlu beldede, Ahmet Er, Kadir Karayel, rahmetli Cemil Çöllü ağabeylerin öncülüğünde “Müslümanlar küfre karşı tek yumruk” , “Kanımız aksa da, zafer İslam’ın “ , “ Çağrımız; İslam‘da dirilişedir.” , “Kavgamız vurguncu düzenedir”,”Eller silah değil kalem tutmalı” gibi sloganları haykıran bir genç nesil ve “Dışınız içinize yansır” Mevlana kelamını içlerine nakış nakış, iplik iplik işlemektedir. Aman Allah’ım ne sisli, ne kasvetli, ne dertli, ıstıraplı yıllardı o yıllar… Yatağına kırgın akıyordu ırmaklar… Dar-ı Bekaya uğurladığımız yiğitler,”istikbalin değil, ruhun Allah’a yakın” diyerek avuttuğumuz (!) canlar. Hapishane, kabristan, hastane musallası arasında mekik dokuduğumuz o günlerden bir gündü… Bugünkü Büyük Birlik Hareketi’nin temelleri atılıyordu Manisa‘da… Ahmet ER Ağabey, bize, “Madde ve mana bütünlüğünü yakalayacaksınız. Murad-ı İlahi ne diyor onu bilecek ve ona göre hareket edeceksiniz. Allah’ı dost edinecek, sonrada O’nun emirleri doğrultusunda yeniden İlay-ı Kellemetullah, Nizam-ı Âlem diyeceksiniz.” diyordu. Herkesi namaz kılmaya, Kur’an öğrenmeye, Resülullah’ın (sav)hayatını öğrenmeye davet ediyordu. Bizim için hem yuva, hem de mahpushane olan mekânlarımızda her zamanki eğitim çalışmaları esnasında Ahmet ER Ağabey geldi, bizlere şöyle dedi; “Manisa’da bazı Allah dostları var, Onları ziyaret edin, lakin edebinizi yitirmeyin, dua isteyin, ellerini öpün, ayrılın.” O günden sonra Aynalı Camii İmamı Nuri Kuru Efendi’yi, bitpazarında (eski terminal yanı) ikamet eden, kitap satarak geçimini temin eden Şekerci Hüseyin Dede’yi ziyaretler başladı… Başka bir partiye oy verenlerin sıkça ziyaret ettikleri kişilerdi, kendilerinin de o partiye oy verdikleri tahmin ediliyordu. Lakin bizim jenerasyonun gençliğini çok seviyorlar. Sürekli “Kur’an öğrenin, namaz kılın, büyük günahlar işlemeyin” diyorlardı. Manisa’da anarşi kol geziyor: küçücük günahkâr omuzlarımızda bir milletin geleceğini taşıyorduk. Bunalmıştık; sıcak bir çorbanın bile özlemini çekiyor, 1974–1980 yılları arasındaki 6 yıla çok büyük şeyleri sıkıştırdığımızı görüyorduk.
Muhakeme, muhasebe, murakabe, tefekkür kelimeleri hayatımıza giremiyor, bir sevk-i tabii ile, heyecanlarla Büyük Türkiye özlemini dile getiriyor; bildiriler, geceler, sohbetler, seminerler dalga dalga Manisa’ya yağıyordu… Metodumuz tartışılırdı fakat samimiyetimiz asla… Yine o sıkıntılı, karanlık günlerde Aynalı Camii İmamı Nuri Efendi’yi ziyaret etmiştik… Kendimizi onlardan üstün görüyorduk (tasavvuf kültürümüz olmadığından) sanki şehrin valisi, Emniyet müdürü, müftüsü, milli eğitim müdürü bizdik. Manisa da sokağa çıkma yasağı vardı. İrfan Özaydınlı’nın ekibi bizleri fellik fellik arıyordu. Nuri Efendi’ye bir arkadaş dedi ki; “Hocam siz şöyle bir şehri dolaşsanız ne var ne yok bir baksanız, polis ve asker sizi sever, size neden sokaktasınız demez.” Hoca, olur dedi, hiç itiraz etmedi, sizde kim oluyorsunuz da bana böyle bir eda ile istekte bulunuyorsunuz demedi, alınmadı bile… Sarığını sardı, cübbesini giydi, sakallarını taradı, çıktı gitti evinden, Aynalı Camiinin dergâhından… Bir süre sonra geldi, bizim bulunduğumuz odaya girdi ve şöyle dedi; “Bekleyenleri bekliyorlar.” ve kendi odasına girdi… Biz arkadaşlarla birbirimize baktık, anlamamıştık, ne diyordu bu ihtiyar hoca! Sonradan anladık bu veciz sözdeki hikmetli manayı. Bekleyenler bizdik, Nizam-ı Âlem Ülkücüleri, Alperenlerdik… Namusu, vatanı, Devleti, (mücerret manada) milleti, bayrağı bekliyorduk, fakat hükümetteki idarecilerimiz bizi suçlu ilan ettikleri için polise ve askere bizi tutup cezaevlerine doldurmalarını emretmişlerdi sanki…
Sonra bir tomurcuk için binlerce ormanı yakan 12 Eylül rüzgârları esti, acımasızca biçilmiştik. Uğruna her şeyimizi feda ettiğimiz ceylan gözlü bize ihanet etmişti. Şekerci Hüseyin Dede’den ayrılmıştık, dışarıdaki gönül dostlarımızla mektuplaşıyor, Dede’den de iyi haberlerini alıyorduk. “Sayılı günler tez geçer” sözü mucibinde yıllar çabuk geçti, yorgun savaşçılar olgun savaşçı tabirine uygun yaşamaya başlamışlardı. O kocaman 7 (yedi) yılda, ruhumuzda ne fırtınalar esmişti. Muhasebe, murakabe, fikir çileleri ile geçen aylar-yıllar…
Tasavvufta, en önemli seyir, kişinin kendi içine doğru (iç dünyası) yaptığı yolculukla eş anlamlı olan seyr-i enfüsi merhalesidir. Akıl en mühim tespitlerini bu yolculukta yapar, kendini besleyen fiziki yapının eğilim ve kabiliyetlerini öğrenir, en önemlisi de kendisini teraziye vurma imkânını bulmuş olur. Gerçekten de aklını, iç labirentlerinde dolaştırmayan fert, hiçbir zaman iç derinliklerin kuvvet derecesini öğrenemez. İnsanlığa huzur reçetelerini sunmayı gaye edinen her fikir ve ideolojinin evvela, yolculukların girifti olan bu insanı tanıma yolculuğunu ikmal etmeleri icap eder. Unutmayalım ki ekonomik sıkıntılar bile iç temayüllerimizin yaşadığımız dünyada uzviyet kazanmasından başkası değildir diye düşünüyorum.
İşte kendimizi tanıma, nefsimizi bilme dönemimiz, tasavvufla tanışmamız 12 Eylül güz rüzgârlarının Aralıksız 7 yıl estiği döneme rastlar. Fıkıh, Akaid, Siyer, Kur’an, Meal, Tefsir, Türk Tarihi vs. tanışma ve tartışma ortamları…
Esaret acıların olağanüstülüğüdür. Azrail’in kanatları altında yaşamaktır. Ve esaretimiz zahiren bitti. Manisa’dayım; ölüm bir defa gelen haberci diyorum, ya esaret, zindandan çıktım. Dünya zindanına girdim. O her an gelen ölüm, ellere ayaklara değil ruhlara vurulan kelepçe dünya zindanı… Şimdi duvarlar dışımda değil içimde… Cezaevinde, çıkınca yapacaklarımızı planlamıştık. Birincisi içeride kalan canlar ve onlar dışında dostlar ile ilgilenecektik. Vakıf kuracak, dergi çıkarak, suyun mecrasında akışına vesile olacaktık. Dışarısı mezarlık gibiydi, ölüler diyarına gelmiş gibiydim. Ayaklarım beni Şekerci Hüseyin Dede’ye götürdü. Durakladım nereden geldim buraya diyerek düşünmeye başladım… Yaşlanmıştı, zor konuşuyordu. Zahiren tanıması mümkün değildi. “Gel, otur, gazan mübarek olsun.” sözü gönül dünyamı uyandırdı sanki aydınlanmıştım.. Biraz sonra konuşmaya devam etti. Bir yandan mübarek elleri ile sırtımı sıvazlıyordu. “Allah sana hayırlı bir hayat nasip etsin” , ve bu sözü 3 defa tekrarladı. Sustu, murakabeye daldı, gözlerini açtığında, “Size Türkeşçi diyorlar değil mi?” diye sordu. Edep dairesinde kalmaya çalışarak “Hayır efendim biz ülkücüyüz.” dedim. “Hayır, hayır siz Türkeşçisiniz.” diyerek devam etti. Susmuştum. Ve dahi uyanmıştım, uykudan. “Senin adın nedir?” diye sordu. “Selçuk” diyerek cevap verdim. “Senin adını değiştirelim” dedi. Niye değiştirecekmişim diyerek kendi kendime konuştum. Adım, Selçuklunun kurucusu Müslüman kişinin adı. O durdu, devam etti, “Sana Ahmet Selçuk desinler… Olur mu?” Aman Allah’ım mecburi ikametgâhımdan çıkmadan önce hadislerde okumuş, kendi kendime “Ahmet Selçuk sana yakışır” demiştim. Ve o mübarek bir kez daha kerametini izhar ediyordu. “Haydi, git” dedi, durdu. Devam etti; “Namazınızı kaçırmayın, Abdestli olun, tevazuu elden bırakmayın.”
O günden sonra nice ziyaretlerine gittiğim 100 yaşlarında, zor konuşan, birkaç kişinin yardımı ile ayağa kalkabilen bu mübarek kişi yıllar önce Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu. Onu hatırlamak ve hatırlatmak babında kaleme aldığım bu yazı bir görevin ifasıdır. Manisa’ya yolu düşen tüm gönüldaşlarımızın, Ülkü devlerinin, Alperenlerin, Gazi dervişlerin, Genç Yiğitlerin Şekerci Hüseyin Dedenin merkatini ziyaret etmesi gerekir diye düşünüyorum.
Hüseyin Dede, himmet bize, medet bize,şefaat bize…
Allah rahmet eylesin, milletimize ve ümmete himmet etsin.