Kosova'nın Bağımsızlığı Bağlamında Türkiye Ve BOP:
AB-Uluslararası İlişkiler Uzmanı Ve Stratejist-Siyaset Bilimi Doktoru
Kosova, 1389 tarihli Kosova Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin egemenliği altına girmiş ve 1912 yılında kesin bir şekilde Sırbistan’ın eline geçmiş “ecdat yadigârı” bir bölgedir. Tam beş küsur asır boyunca “Osmanlı yurdu” ve “İslam diyarı” hüviyetini taşıyan Kosova, yüzde doksan bir (%91) oranda Arnavut ve diğer Müslüman unsurların ağırlıkta olduğu, 1999 yılından buyana Birleşmiş Milletler (BM) mandasında bulunan “özel statülü” bir yapıya sahipken, 17 Şubat 2008 tarihinden itibaren (96 yıl aradan sonra) bağımsızlığına kavuşmuştur. 1912–1999 yılları arasında Sırp hâkimiyeti altında bulunan Kosova, 1974 yılında özerklik statüsüne kavuşturulmuşsa da, ırkçı lider Miloseviç’in Yugoslavya’nın Devlet Başkanı olduğu sırada, bu özerliği 1989 yılında elinden alınmıştır. Bu durumu içine sindiremeyen Arnavutlar; Sırpların tahrik, katliam ve baskılarının da etkisiyle, haklarını savunmak üzere geniş çaplı savunma ve hak arama eğilimi göstermişlerdir.
Daha güçlü konumda olan Sırpların soykırıma varan baskı ve katliamları karşısında BM’nin olumlu sinyali ve NATO’nun müdahalesiyle, Kosova’nın statüsü özerklik ile bağımsızlık arası bir noktaya kadar yükselmiştir. 10 Haziran 1999 tarihli, 1244 sayılı Birleşmiş Milletler kararı ve aynı zaman dilimi içerisinde uluslar arası toplumun sergilediği olumlu yaklaşım neticesinde Kosova’da, Birleşmiş Milletler otonom idaresi (BM ve NATO ortak yönetimi) kurulmuştur. Bu sayede, yaklaşık dokuz yıldan buyana, Sırbistan’ın Kosova üzerindeki egemenliği fiili olarak (de facto) ortadan kaldırılmıştır. Fakat aradan geçen uzun yıllara rağmen, Kosova’nın yeni statüsü konusunda net bir gelişme olmaması nedeniyle, sürecin lehinde ve aleyhinde olan taraflar arasındaki gerilim her geçen gün daha da artmıştır. Açıkçası, sürecin yönü konusunda fazlaca bir etkiye sahip değildi ama, gelişmelerden en fazla etkilenecek ülkelerden birisi olmasının da etkisiyle, bağımsızlığa varan bu zorlu süreçte Arnavutluk’un meydan okuyan tavırlarına bakınca, gerilimin hangi boyutlara kadar tırmandığını daha iyi anlıyoruz. Hakikaten, bağımsızlık ilan edilmeden belli bir süre önce, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nde konuşan Arnavutluk Cumhurbaşkanı Bamir Topi, "Kosova, belirsiz bir statünün rehinesi kalamaz. Arnavutluk, Balkanlardaki istikrara ancak Kosova'nın bağımsızlığıyla ulaşılabileceğine inanıyor" şeklindeki görüşüyle, süreç karşısında ne derece tedirgin, duyarlı ve sabırsız olduklarını açık bir şekilde ortaya koymuştu.
Taraflara 10 Aralık 2007 tarihine kadar zaman tanınmasına rağmen; BM gözetiminde ABD, AB ve Rusya troykasının yürüttüğü müzakerelerde tarafların anlaşamamış olmaları, durumu daha hassas ve tehlikeli bir noktaya sürüklemişti. Benzer biçimde, her ne kadar ABD ve AB’nin en güçlü üyeleri, Kosova’nın “tek taraflı olarak” bağımsızlığını ilan etmesi durumunda, “bağımsız devlet” statüsünü tanıyacaklarını ilan ederek Arnavutları bağımsızlığa teşvik etmişlerse de, BM Güvenlik Konseyi’nin bu yönde kesin bir kararı olmadığı için, “tek taraflı bağımsızlık” kararı, süreci daha da içinden çıkılmaz ve belirsiz bir noktaya sürüklemiştir. Sırp tarafının "Balkanlarda Büyük Arnavutluk'u kurma girişimi” olarak değerlendirdiği bu bağımsızlık sürecinde özellikle Rusya’nın onayı es geçildiği için, Doğu Avrupa’nın tamamının “Balkanlaşma” noktasına sürüklenmesinin yolu açılmıştır. Kuşkusuz, Batı Balkanların balkanlaştırılması demek, bütün insanlığın imrendiği Avrupa Birliği (AB) projesinin iflası anlamına gelebilir. çünkü Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki devletlerin iç karışıklıklara sürüklenmesi halinde, bu devletlerin yarısından çoğu AB üyesi ve geriye kalanlarının ise AB’ye üyelik yolunda olmaları sebebiyle, bu karışıklıkların AB’yi tamamen istikrarsızlaştırması ve hatta ortadan ikiye bölebilmesi çok büyük ihtimal olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki, Kosova’nın ilan ettiği bağımsızlık statüsü nedeniyle, daha şimdiden AB ülkeleri (hatta dünya devletleri bile) ikiye bölünmüş durumdalar.
öte yandan, ABD ve AB’nin doğrudan teşvikiyle bağımsızlığını ilan eden Kosova’nın bu “ayrıcalıklı ve şüphe uyandırıcı” konumu, başı “ayrılıkçı hareketlerle” dertte olan bütün dünya ülkeleri derinlemesine düşünceye sevk etmektedir. Zaten AB içindeki bölünmelerin kökeninde de “ayrılıkçı hareketler” meselesi ve Kosova modelinin “domino etkisi”yle AB’yi de kasıp kavurması endişesi var. çünkü İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçerli hale gelen Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve Helsinki Nihai Senedi’nde kabul edilmiş olan “toprak bütünlüğü” (territorial integrity) kavramının yansıttığı şart ve standartlara göre, herhangi bir devlet yönetimi, kendi ülkesinde yaşayan halkları ırk, inanç ve renk ayrımı gözetmeden temsil edebiliyorsa; o ülkede yaşamakta olan halkların, “kendi geleceğini tayin etme hakkı”nı gerekçe göstererek bağımsızlık arayışına çıkmaları hiçbir şekilde kabul edilmemektedir. Bu açık gerçeğe rağmen, Kosova’nın “özerk statüden bağımsız devlet yapısına” sıçramasına müsaade edilmiş olması, 11 Eylül (2001) süreciyle birlikte, postmodern neoliberal küresel sistemle birlikte, ulus-devletleri ortadan kaldırmak amacıyla, ayrılıkçı hareketlerin yeni devletçiklere (kent devletlerine) dönüşmesine müsaade edileceği yönündeki kanaati bütün dünyaya yaymıştır. Bu kanaatin de katkısıyla; çokça zikredildiği üzere, “21.yüzyılda binlerce devletin ortaya çıkmasının önü açılacaktır” yönündeki inanç doğrultusunda, ulus-devletlerdeki iç savaşların domino etkisiyle bütün dünya geneline yayılmasının fitili her an ateşlenebilir.
Açıkçası, 11 Eylül süreciyle birlikte Yeni Ortadoğu coğrafyasında hayatiyet kazandırılmaya çalışılan neo-emperyalizm (sömürgeci emperyalizm) ve devreye girdirilen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), temelde “kent devletleri modeli”ni esas almaktadır. Bu gerçekten hareketle, Antik Yunan’daki “site devletleri = kent devletleri” benzeri bir yapının oluşturulması için, Kosova modeli hiç de yabana atılmaması gereken bir gelişme olarak dikkate alınabilir. Ancak, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) üzerinden, Yeni Ortadoğu’da kurulmaya çalışılan yüzlerce kent devlet yapısı ve bu yapının aşamalı olarak bütün dünyaya yayılması yönündeki çalışmalara öncülük eden ABD, AB ve İsrail, acaba bu çarkın dişlileri arasına girmekten kendilerini koruyabilecekler mi? Yoksa; postmodern küresel sistemin perde arkasındaki çok Uluslu Şirketler ile Küresel Fonların ağababası konumundaki Yahudi sermayesi ve Siyonizm, aşamalı olarak ABD ile AB’yi de parçalara ayırarak, İsrail’in güdümündeki Dünya Devleti’nin önünü tamamen açma hayaline mi hizmet etmektedir? Dolayısıyla, yaşanmakta olan bu önemli dönüşümlerin “İsrail dâhil” hemen herkes için neden olacağı ürkütücü yönleri dikkate alınacak olursa; sürecin nereye kadar ilerleyeceği hususunun akademik üslup ve diyalog mantığı çerçevesinde tartışılmasının çok yararlı olacağı görülecektir.
Açıkçası, Batılı düşünce kuruluşları ve ütopyacıların, asıl bu nokta üzerinde yoğunlaşarak, dünyayı ne derece yanlış bir yöne doğru sürüklemekte olduklarını görmelerini arzu ediyorum. Aksi halde, yanlış yönlendirdikleri ABD-İsrail-AB egemen mihveri, Yeni Ortadoğu’dan başlayarak, bütün dünyayı “etnik ve mezhep milliyetçiliği” temelinde tam bir “iç savaşlar arenası”na çevirme yönündeki hamlelerini “sıkılmadan” sürdürecekler. Gerçekten, her ne kadar Kosovalı Arnavut kardeşlerimizin ilan etmiş oldukları bağımsızlıklarını can-ı gönülden destekliyorsak da; ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya gibi “sömürgeci emperyalist” devletlerin bu bağımsızlığın aktif savunuculuğuna soyunmuş olmaları, beni oldukça tedirgin ediyor. Pek tabii olarak, Kosova’nın bağımsızlığına kavuşmasıyla birlikte, Avrupa coğrafyası ve dünya genelinde yeni bir Müslüman Devletin ortaya çıkması bütün dünya Müslümanlarını sevindirecektir. Hatta gelecekte AB üyesi olması muhtemel Kosova’nın bağımsızlığı, Türkiye için müthiş bir kazanım olacaktır. Mesela; Kosova ve içerisinde Müslüman unsurları barındıran Batı Balkanlardaki diğer Müslüman devletler (Arnavutluk, Bosna Hersek, Makedonya, Hırvatistan ve Karadağ) ile Türkiye arasında daha şimdiden yapılacak olan anlaşmalarla, daha şimdiden, Schengen İdaresinin muhtemel vize kısıtlamaları belli ölçüde bypass edilmiş olacaktır; tıpkı Latin Amerika ülkeleri ile İberik Yarımadası ülkeleri (İspanya ve Portekiz) arasındaki özel anlaşmalarda olduğu gibi. Ancak, endişe edilen durum şudur; acaba, Kosova’nın bağımsızlığına sıcak yaklaşan Türkiye başta olmak üzere, diğer İslam ülkelerinin bu sevinci bizzat “egemen Mihver” tarafından kullanarak, bütün İslam dünyası iç karışıklıklara ve ayrılıkçı eğilimlere sürüklenmek mi isteniyor? İşte bu endişeden yola çıkarak, Kosova’nın bağımsızlığı meselesini bu makalede etraflı bir şekilde değerlendirmeyi uygun buldum. O halde, Kosova’nın bağımsızlığını nasıl değerlendirebiliriz?
Kosova, beş küsur asırlık “İslam beldesi” olma kimliğini yitirmiş olmanın hüznünü yaşayan çok sayıda coğrafi alanlardan sadece birisi idi. Nüfusunun yüzde doksanından fazlası Müslüman (Arnavut, Boşnak ve Türk) olan bu bölgenin bağımsızlığına kavuşmasının, diğer “mağdur, mazlum ve esir” kardeş topluluklara model olması yönündeki gelişmeler hepimizi heyecanlandırmaktadır. Fakat bu süreci yönlendiren ve gelişmeleri doğrudan idare eden asıl güç ABD-İsrail-AB egemen mihveri olduğu için, olumlu gibi görünse de, sonuçta “gerçekte” nereye varılmak istendiği hususunda epeyce tereddütlüyüz. Kuşkusuz, bu tarz projeler “akşamdan sabaha” alınan kararlara dayalı olarak geliştirilmediğine göre, sürecin sonucunda nerelere ulaşılacağı hususunda kesin bir kestirim ve öngörüde bulunmak hiç de kolay değildir. O nedenle, sonucunu kolay okuyamadığımız bir sürecin içerisine dâhil olma ya da olmama noktasında olabildiğince dikkatli davranmalıyız. Görünürde, Kosova’nın bağımsızlığına kavuşması bütün İslam dünyasının lehine, Slav-Ortodoks-Batı âleminin ise aleyhine bir gelişme olarak kabul edilebilirse de, perde arkasında ne gibi ayrıntıların hesabı görülmeye çalışılmaktadır bilemiyoruz. O nedenle, özellikle Kosova’nın bağımsızlığını tanıma konusunda ilk önlerde görünme yerine; ilişkilerin derinleştirilmesi ve gerekli her türlü yardımın yapılması noktasında olabildiğince cesaretli davranılmalıdır.
Bu samimi atılıma karşın, 11 Eylül (2001) süreciyle kurumsallaştırılmaya çalışılan Tek Kutuplu Dünya Sisteminin işletiliş biçimi ve Yeni Ortadoğu ülkelerinde iç savaşların çıkarılması yönündeki çabalar çerçevesinde bakılınca; Kosova’nın bağımsızlığı vesilesiyle, “etnik, ırk, renk ve mezhep milliyetçiliği”nin fitilinin ateşlenmeye çalışıldığı yönündeki iddialar hiçbir şekilde yabana atılmayarak her türlü tedbir alınmalıdır. öte yandan Türkiye, egemen mihvere şirin gözükme ve Kosovalı kardeşlerimizi memnun edebilme adına çok büyük riskleri göğüsleyerek; “Kosova rekabeti” bağlamında, egemen mihverin silahşoru rolünde, Rusya ve Slav-Ortodoks cemaatinin karşısına dikilmeme noktasında olabildiğince akıllıca davranmalıdır. çünkü, maalesef Türkiye, hâlâ daha “soğuk savaş mantığı ve alışkanlıkları”ndan kurtulamadığı için, özgün ve özgür politika geliştirememenin riskli kulvarında (şeritinde) Batılıların atını koşturmaya çalıştığı izlenimi veriyor. Hâlbuki Barzani-Talabani-öcalan üçlüsünü Türkiye’ye karşı kullanan egemen mihver, Kosova modelinin baş savunucuları arasına Türkiye’yi yerleştirerek, bir anlamda, Türkiye’nin parçalanma sürecine yeşil ışık yakmaya çalışmaktadır.
Ne yazık ki, 1946 yılından sonraki dönemde, “asimetrik denge” esasına göre ABD ve Batı ittifakına bağımlı bir güvenlik ve istihbarat yapılanmasına tabi tutulduğumuz için, söz konusu yapıyı öteleyerek “tam bağımsız, özgür ve özgün” bir diplomatik açılım gerçekleştiremiyoruz. Soğuk savaş sonrası dönemde ve özellikle 11 Eylül süreciyle birlikte, söz konusu bağımlı yapı tasfiye edilirken; yerine, NATO’ya üyeliğimizin kaçınılmaz sonucu olarak, yine egemen mihveri de memnun edecek şekilde, farklı bir yapı oturtulmaya çalışılmaktadır. İşte; meşhur Susurluk kazası ve 2008 yılı başındaki kapsamlı çete operasyonlarının hepsi, egemen mihverin de onayı doğrultusunda, söz konusu yeni yapılanmayla yakından alakalıdır. Pek tabii olarak, 1 Mart 2003 tarihli “Irak tezkeresi”nin TBMM tarafından reddedilmesi olayında da görüldüğü gibi; Türkiye, egemen mihverden bağımsız hareket edebilme noktasında epeyce mesafe almıştır. Ancak, aklın yolu, yeni küresel sistemin kurumsal yapılanmasında söz sahibi olabilmek için, Türkiye’nin, egemen mihverle “simetrik denge” esasına göre yeniden stratejik ittifak ilişkilerine girmesini emrediyor.
Meseleye bu “ince ve hassas ayar” noktasından bakınca; aslında, egemen mihverin de isteğine uygun olarak, Kosova’nın bağımsızlığı desteklenebilir ve desteklenmelidir de; ama bu sürecin doğrudan destekçisi olunmasının bize yansıyacak olan olumsuz sonuçlarını daha şimdiden öngörerek hareket etmeyi kesinlikle ihmal etmemeliyiz. Zira, Batı medeniyetine alternatif bir “medeniyet modeli” geliştirme potansiyeline sahip yegâne İslam ülkesi konumundaki Türkiye’nin etrafını çevreleyen “Genişletilmiş Bölgeler” projeleri dikkate alınınca, Kosova modelinin ilk önce vurma ihtimali olan ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. O nedenle; Türkiye, öylesine ölçülü bir denge politikası geliştirmelidir ki, bir taraftan egemen mihverle ortak hareket ederken, diğer taraftan ise aynı modelin kendi içerisindeki ayrılıkçı eğilimlere karşı “haklı gerekçelere dayanılarak” kullanılmasının önünü tamamen kapatabilmelidir. Bu arada, hem Arnavut kardeşlerimizi ve hem de bütün İslâm dünyasını memnun edecek bir üslup ve davranış kalıbı geliştirmekten de geri durulmamalıdır. çünkü, unutulmamalıdır ki, KKTC gibi, Kosova da bizim için Osmanlı yadigarı bir devlettir.
Şayet Türkiye, Kosova modeli ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gibi neo-emperyal açılımlara yön veren odaklarla aynı masa etrafında bulunabilme ve kendi haklarını muhataplarına kabul ettirebilme becerisini gösterebilmiş olsa, Kosova’nın bağımsızlığı hususunda “kısmi açıklık” sergilemesinin neden olacağı olumsuz sonuçları bertaraf etme noktasında belli ölçüde başarılı olabilir. Böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, içinden geçmekte olduğumuz bu zorlu süreçte, Kosova’nın bağımsızlığının “öncü” savunucularından biri olmamız halinde, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na sürüklenmesinin neden olduğu sonuçlarla yeniden karşılaşmamız hiç de sürpriz olmayacaktır. öyle ise, Kosova’nın bağımsızlığını tanıma hususunda kararlı davranmakla birlikte, başka devletlerin kararlarına saygılı olduğumuzu açıklıkla beyan etmekten kaçınmamalıyız. çünkü, eğer duygusal davranışlar sergileyerek Kosova’nın bayraktarlığını yapmaya kalkışırsak; “egemen mihverin asıl hedefi olan, medeniyetler arası rekabette, bir asır önce devre dışı bıraktıkları Osmanlı Devleti’nin “yerini alma” yolunda önemli mesafeler kat etmiş olana Türkiye’yi tamamen güçten düşürerek iddiasız bir konuma sürükleme” planlarına kapı aralamış oluruz. O sebeple, çok eleştirenlere rastladık ama, İkinci Dünya Savaşı koşullarında, Türkiye’yi savaşa sokmamak için İsmet İnönü ve arkadaşlarının sergilediği becerinin “post-modern versiyonunu” Başbakanımız R.Tayyip Erdoğan ve ekibinin sergilemesini bekliyoruz. Zira kanaatimce, 11 Eylül süreciyle birlikte başlatılmış olan “küresel savaş”ta Kosova modeli, bu savaşın kilidi konumundadır. Bu öngörüm ve çıkarsamamdan dolayı, Kosova konusunda olabildiğince dikkatli ve hesaplı davranılmasını öneriyorum.
Açıklıkla ifade edeyim ki; Arnavutluk Devleti ve diaspora Arnavutları çok tehlikeli bir oyunun içerisine çekilmiş bulunuyorlar. Yeni Ortadoğu’da Kürtler ile Beluciler üzerinde oynanan oyun ne ise, Balkanlar ve Avrupa’da Arnavutlar üzerine oynanan oyun aynıdır. Zira, İsrail'in sözde "On Kayıp Kabilesi"nden oldukları iddia edilen Beluciler ile Kürtler Yeni Ortadoğu’nun “hain milletleri” konumuna itilerek İslam dünyasından koparılmaya çalışıldığı gibi; Doğu Avrupa’daki Arnavutlar da “Avrupalılık ruhuna ve Avrupa değerlerine” ihanet noktasına çekilerek, hem Avrupa’nın iç karışıklıklara sürüklenmesine (Siyonizm, nihayetinde ABD ile AB’nin de kent devletlerine ayrılmasının alt yapısını oluşturmaktadır) neden olmaya ve hem de İslam dünyasının etnik parçalanmalarına model olmaya sürüklenmektedir. Hâlbuki Hong Kong modelinde olduğu gibi (Hong Kong, çin’in bir parçası), Kosova’nın da BM’ye üye olmayacak derecede bağımsızlığa yakın bir biçimde Sırbistan’a bağlı bir bölge olarak kalması sağlanmış olsaydı, dünyanın değişik bölgelerinde Kosova’nın bağımsızlığını model almak üzere gözlerini Balkanlara dikmiş bulunan “ayrılıkçı hareketlere” bu derece yeşil ışık yakılmamış olurdu. Bu durumu provoke edenlerin önü bir şekilde kesilmezse ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ile Helsinki Nihai Senedi’nde kabul edilmiş olan “toprak bütünlüğü” (territorial integrity) ilkesinin ihlal edilmezlik hükmünün devam ettiği ilan edilmezse, bağımsızlık ve özgürlük ateşini yakma yönünde hazırlık yapan yüzlerce etnik grubun kemikleşmek üzere olan çalışmalarının önüne geçilmesi imkânsız hale gelecektir.
Gerçekten Milletler Sözleşmesi ve Helsinki Nihai Senedi ile Bretton Woods Sistemi’ni kökten rafa kaldırma anlamına gelecek şekilde; Kosova’nın bağımsızlığı, etnik ve mezhep milliyetçiliklerinin “bağımsızlık yolunda” başarıya giden bir örneği olarak sunulmaya devam edilecek olursa, İslam dünyasını ve Gelişmemiş ülkelerin tamamını kent devletleri tarzında parçalara ayırma hedefine kilitlenmiş olan ABD-İsrail-AB mihveri bile aynı sürecin bir parçası olmaktan kurtulamayacaklardır. Küçücük bir coğrafi alana sahip olan İsrail’i bu parçalanma sürecine dâhil etmem şaşırtıcı bulunabilir; ama, hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, dünyanın değişik bölgelerinden toplanan Yahudilerin, onlarca farklı Yahudi boyu şeklinde gruplaşmaları ve hatta ayrılığa yönelmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Benzer bir durum Rusya, çin ve Hindistan gibi küresel aktör olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Büyük Devletler için de söz konusu olacaktır. O nedenle, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ile Helsinki Nihai Senedi’nde kabul edilmiş olan “toprak bütünlüğü” (territorial integrity) ilkesinin ihlal edilmezlik hükmünün devam ettiği ilan edilmeden Kosova’nın bağımsızlık modelini savunmak, dünyadaki binlerce farklı etnik unsurun kendi haklarını aramak üzere silaha sarılmalarına yeşil ışık yakmak demektir. Dolayısıyla, alternatif bir medeniyet paradigması oluşturmaya en yakın aday konumundaki Türkiye’nin 21.yüzyılın başında yakalamış olduğu bu müthiş fırsatı elden kaçırmamak adına, Kosova’nın bağımsızlığını doğrudan savunma yerine, olumlu gelişmeleri dolaylı olarak desteklememiz daha mantıklı bir siyasi tercih olacaktır.
Sonuç olarak, bilişim çağının ateşlemesi ve 11 Eylül sürecinin teşvikiyle yerleştirilmeye çalışılan tek kutuplu dünya sistemi, diğer devletlerin görüşüne bile müracaat edilmeden, maalesef sadece “küresel aktör” konumundaki ABD ve onun kanatları konumundaki AB ile İsrail’in güdümünde inşa edilmeye çalışılmaktadır. Güya bu post-modern küresel sistem inşa edilirken, egemen mihverin hegemonyasındaki bu sisteme başkaldırma potansiyeli taşıyan ulus-devletler tamamen ortadan kaldırılarak, Yeni Dünya Düzeni kısmi tehdit ve tehlikelerden arındırılmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki “bağımsızlık, özgürlük ve özgünlük ateşi” insanların içerisine dolmaya görsün, önünde ne ABD ve ne de diğer başka beşeri güçler durabilir. O nedenle, eğer Türkiye, egemen mihvere maşalık rolünü üstlenmezse ve tamamen onların eksenine girmezse, eminim ki, Kosova modeli Türkiye’den önce egemen mihver ülkelerini vuracaktır. Böylece, Türkiye’nin aktif desteği olmadan gerçekleştirilecek olan Kosova’nın bağımsızlığı sayesinde, Türkiye’nin alternatif medeniyet sıçramasının da önü açılmış olacaktır. Zaten bu ince ayrıntıdan yola çıkarak, Türkiye’nin dikkatli bir gözlemci ve samimi bir bireysel onaylayıcı olmanın ötesinde fazlaca bir aktif rol üslenmemesi gerektiğini savunuyorum. İnanıyorum ki; böylece Kosova modeline ve bundan medet uman mihver ülkelerinin hevesleri kursaklarında kalacak ve bizzat “kavmiyetçilik ateşini yakanlar” bu ateşin içerisinde yanacaklardır. Böylece, bugünün Gelişmiş ülkelerinin güçten düşmesi ve İslam dünyasının fetret devrinin ortadan kalkması noktasında, Kosova modeli önemli bir vesile olacaktır diye düşünüyorum.