Suyun öfkesi
İstanbul’lu, Paşaelili/Trakya’lı, Marmaralı, deprem uzmanlarına pek aldırış etmese de korku, yine de yüreklerinin bir yerinde geziniyordu. Aldırış etmemeleri gerçekle yüzleşme cesaretsizliğinden. Ama deprem uzmanları eksik kalmışlar. Onları, adına meteorolog mu, su mühendis mi denir, her kimler ise daha başka tabiat mütehassıslarının tamamlaması gerekirdi.
Arz kürenin öfkesi beklenirken, onun devinmesinden, devirmesinden kuşkular doğarken su, yaptı yapacağını. Suyun öyle munis durduğuna bakmamalı. Suyun öfkesi deyme öfkeye benzemez. Bir azdı mı, bir kudurdu mu yıkar, söker alır götürür...
Bu defa da öyle oldu, su, çifte verilmiş kılıç gibi biçti geçti.
Zelzele ve sel...
Allah, üçüncüsünden saklasın.
Üçüncüsü ne?
Fırtına....Hani şu serin havalarda bağrımızı açtığımız rüzgâr var ya!... O işte. Bir küplere bindi mi olur fırtına, olur kasırga, ağaçları devirir, çatıları uçurur.
Zelzele, fırtına ve sel...Bunlar, tabiatın öteki yüzü. Hırçın, korkutan zarar veren yanı. Gemlenemezse, zapdedilemezse ocakları söndürür, dostken düşmana dönerler..
Buna mukabil insan oğlunda da akıl var. Zekâ var. Mantık var. Tecrübe diye, sebebe yapışmak diye melekeler var. İnsanoğlu birbirinin mirasçısı. İnsanlar da milletler de birbirlerinden öğreniyor, etkileniyor.
Çok alanda olduğu gibi tabiatla da “barış içinde bir arada yaşama” kabiliyetimizi yitirmişiz. Bir neme lazımcılık, bir son dakikaya bırakma tembelliği, bir “benden sonra tufan” illeti almış başını gitmiş. Senden sonra tufan ya ey zalim! Al işte tufan. Vicdanın hangi kör kuyulara saklı? Biz bu değildik. Bu cemiyet, daha az öncesine kadar dualarında bile sele, fırtınaya zelzeleye karşı uyanık olurdu. “Ya Rabbi, bizi, âfât-ı araziyeden ve semaviyeden koru” diye yalvarırdı. Şimdi böyle bir felaket, kimi hangi eğlencesinden alıkoydu?
Dile getirilmese de şuurun derinliklerinde deprem korkusu saklıydı.
Ama sel apansız çıka geldi.
Vurdu geçti.
Canlar gitti, mallar gitti, haneler viran oldu.
Nakarat aynı, parmaklar suçlu olarak aynı isimleri saymakta.
Zaten bunlar her âfet sonrası çekmeceden çıkartılan klişedir.
Suçlu ne o ne bu ne şu?
Suçlu biziz.
Hepimiz suçluyuz.
Dere yataklarına devasa binaları dikenler suçlu. Onları yıkmayanlar suçlu. Malzemeden çalanlar suçlu. Tedbirde kusur işleyenler suçlu. Dua etmeyenler suçlu. Projeyi menfaat karşılığı kabul edenler suçlu... Suçluları sayabildiğiniz kadar sayın. Hatta isterseniz bir gecede kanun değişikliği yaparak bir kaçını da Taksim Meydanı’nda sallandırın. Hepsi nafile. Hiç biri ölen anaları, bebekleri, işinde gücünde insanları geri getirmeyecek. O evlere sudan ateş düştü. Su ateş olur mu? Oluyor işte. Ateş oldu, alev oldu, sel oldu ve aldı götürdü.
Öfkemiz seller kadar kabarık.
Bakmayın böyle sakin sakin yazdığımıza.
Bu milleti nasıl da her şeyi ile tahrip etmişler.
Tarihinle göz göze gelemezsen sen hiçbir şeyi çözemezsin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.