Darbe yazıları ve eleştiriler
İki gün üst, üste yazdığım 12 Eylül eleştirileri bazılarına dokunmuş. Kafasını kuma gömenler için en küçük eleştiri bile saldırı sayılıyor.
Kimsenin Lideri, putu ile meselem yok. Sadece yaşadığım, bazılarını milletçe, bazılarını gençlik olarak yaşadığımız olayları anlamaya çalışıyorum. Anlatmak için önce anlamak gerekir çünkü.
Bu ülke önemli badirelerden geçti.
Okulları, üniversiteleri, sokakları kan gölüne döndü.
Bir daha dönmemesi için yaşadıklarımızı hiçbir komplekse kapılmadan tartışmalıyız. Ülkemizi, insanımızı düşünüyorsak buna mecburuz.
Bazıları yazdığım şeyleri çok mahrem konular sanıp, ifşa ettiğimi sanıp birilerinin eline silah verdiğimi düşünüyor.
Benim sol şunu düşünür, sağ bunu düşünür diye bir kompleksim yok. Bir gün Allah’a hesap vereceğiz. O gün gelmeden kendi kendimizi sıgaya çekmek inançlarımızın bir gereğidir. Sol bizim muhasebe yaparken karşısında komplekse kapılacağımız bir grup değil. Biz Allah’tan korkar Allah’a hesap veririz.
Yazarken de buna dikkat ederim. Doğru olduğuna inandığım şeyi karşımda kim olursa olsun söylemekten imtina etmem. Üstelik böyle kem küm eden, aba altında sopa gösteren olursa –ülkücülüğüm- tutar inadına yazarım. El mi yaman bey mi yaman görmek için.
Ülkücülük dediysem, benim ülkücülüğüm hiçbir siyasi lidere istinat etmez. Ne şucu ne bucuyum. 12 Eylül’den önce Türkeş’i, 12 Eylül’den sonra Muhsin Yazıcıoğlu’nu kendim seçtim. Türkeş’in komunizme karşı duruşu, Muhsin Yazıcıoğlu’nu İslami hassasiyetleri ve ayrılırken hepsine katıldığım gerekçeleri yüzünden tercih ettim. Ama kafamı da gönlümü de kimsenin eline vermedim. Çünkü esaretin nasıl korkunç bir duygu olduğunu 12 Eylül hapishanelerinde yaşayarak öğrendim. Hapisten çıktıktan sonra bir daha gönüllü veya gönülsüz tutsak olmayacağıma yemin ettim.
En kötü esaret gönüllü esarettir. İnsanın kafasını, ruhunu, beynini birilerinin ipoteği altına koymasıdır. Gönüllü tutsak, tutsak olduğunu bile fark etmez. Rüzgarın önünde kurumuş yaprak misali oradan oraya savrulur.
Ülkücüyüm dedim, evet ülkücüyüm,bugünün ülküsüzlerinin anlayamayacağı kadar ülkücü. Ama benim ülkücülüğümün de, milliyetçiliğimin de sınırlarını İslam çizer. İslam’ın kabulü kabulüm, retti reddimdir. Eşya ve olaylara bakarken bu perspektiften, kendi medeniyetimizin, irfanımızın penceresinden bakarım. Gördüklerimi de konuşmaktan, yazmaktan imtina etmem. Bu hiçbir tedbir siyaseti taşımadığım anlamına gelmez. Elbette ata et, ite ot vermemek gerekir. Her fikri, her düşünceyi zamanı gelince söylemek, zamanı gelinceye kadar da susmayı bilmek gerekir. Doğru olmak ayrı, patavatsız olmak ayrıdır. Ben dürüst olmaya çalışıyorum.
12 Eylül ile ilgili yazdıklarımın bazıları en az 20 yıldır bilmeme rağmen 20 yıl bekledikten sonra yazılanlardır. Bunların bazıları MHP davasında da tartışıldığı için bir çok insan tarafından bilinen, dolayısıyla Amerika’nın yeniden keşfi anlamına gelmeyen şeylerdir. Daha zamanı gelmediği için yazılmayanlar ise, yazılanların belki yüz misli büyüklükte bir cesamete sahiptir.
12 Eylül’e kadar benim için en kutsal kavramlar, Devlet ve Ordu idi. Şimdi ise benim için esas kutsal olan insandır. Onun için kırık dökük kelimelerle de olsa bu gerçeğe bağlı kalarak yazmaya çalışıyorum. Gerisi herkesin kendi bileceği iştir. Ne küfredeni engelleme, ne de inanmayanı inandırma imkanına malikim. Çünkü kalplerin tasarrufu Allah’ın elindedir. O dilerse dünya döner, o dilemezse hiçbir şey olmaz.