Hac denince hatırlananlardan ...
Sultan 4. Mehmet dönemi...
Osmanlı şairlerinden Urfalı Nâbî 1678 senesinde Sultan’dan izin alarak sonradan sadrazamlığa kadar yükselen Râmî Mehmed’i de yanına alarak hacca gitmek için yola çıkar. Beraberlerinde başkaları da vardır. Nâbî, Hicaz yollarında Peygamber Efendimiz’e kavuşma sevinci ve aşkı içindedir. Medine-i Münevvere’ye yaklaştıkları gece, Peygamber Efendimiz’in huzuruna varma aşkıyla uyuyamayan Nâbi, yanındaki zatın ayaklarını Peygamber Efendimiz’in türbesine doğru uzatma gafletinde bulunduğunu görür. O ânın ilhamıyla, “Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu. Nazargâh-ı ilâhîdir, makam-ı Mustafâ’dır bu” diye başlayan meşhur kasidesini söyler.
Yanındaki zat uyanır, doğrulur ve hemen toparlanır. Bunu kendisi için söylediğini anlar ve Nâ’bî’ye,
-Bunu ne zaman yazdın? Benden başka duyan oldu mu? der. Şâir Nâbî,
-Daha önceden söylememiştim, şu anda sizi uzanmış durumda görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok, der. Bunun üzerine o zat rahat bir nefes alarak,
-Mâdemki ilk defa burada söyledin, aramızda kalsın. İkimizden başkası duymasın” ricasında bulunur.
Kafile yoluna devam eder. Sabah ezanına yakın Medîne-i Münevvere’ye varırlar. Mescid-i Nebî’ye yaklaştıklarında bir de ne görsünler!... Minarelerden müezzinler, “Ezan-ı Muhammedî”den evvel Türkçe olarak Nabî’nin “Sakın terk-i edebden...” diye başlayan gece okuduğu kasidesini okumuyorlar mı!..
Nâbî de yanındaki zat da hayretten donakalırlar. Bu hal ile sabah namazını, Mescid-i Nebevî’de edâ ettikten sonra ikisi birlikte müezzinlerden birini bulurlar. Nâbî müezzin’e,
-Allah aşkına, peygamber aşkına söyle! Ezandan önce okuduğun na’tı kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sorar. Müezzin şöyle der:
-Resûl-i Ekrem bu gece, rü’yâmı şereflendirerek, “Ümmetimden Nâbî isimli biri, beni ziyârete geliyor. Bugün sabah ezanından evvel, benim hakkımda yazdığı bu kasideyi okuyarak, Medine’ye girişini tes’id ve ona mukabele edin” buyurdu ve bu kasideyi bana öğretti. Ben de, Resulüllah Efendimiz’in emirlerini aynen yerine getirdim...
Nâbî ağlayarak,
-Sahiden “Nâbî” mi buyurdu? O iki cihan peygamberi, Nâbî gibi bir zavallı günahkârı, ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi? der. Müezzin, “Evet” deyince, Nâbî sevincinden bayılıp düşer.
Demek ki, Allah dostları, kabirlerinde bizim anlayamayacağımız bir hayatla diridirler ve Allah’ın bildirmesiyle bazı şeylerden de haberdar olmaktadırlar.
Bahsedilen kaside, sadeleştirilmiş olarak bugünkü Türkçemizle şöyledir:
“Aman edebe uymayan bir şey yapmaktan sakın. Zîrâ burası Allah’ın sevgilisinin beldesidir.
Burası Allah’ın dâimâ nazar ettiği yerdir, Muhammed Mustafâ’nın makamıdır.
Semâdaki her yeni ay, (Oradaki) ‘Bâbü’s-Selâm’ın bağrı yanık âşığıdır.
Gökteki Cevzâ yıldızının dahi, nurundan faydalandığı kandildir bu.
Burası Habîb-i Kibriyâ’nın ıstırâhatgâhıdır. Fazîlet derecesi ise:
Cenâb-ı Kibriyâ’nın Arş’ının üstündedir.
Bu beldenin nurundan, yok olma karanlığı yok olup gitti,
Mevcûdâtın gözü açıldı. Zîra iki cihâna, iki göze şifâ veren sürmedir bu.
Edeb şartlarına tam riâyet ederek gir Ey Nâbî bu dergâha.
Zîra mukaddes ruhların tavâf ettiği, peygamberlerin öptüğü yerdir bu mekân.”
Bütün hacı adaylarının, zor bir ibâdet olan hac vazîfesini Nâbî'nin gösterdiği edep tavrı içinde ifâ etmelerini dileriz.
Şâir Nâbî’nin kabri Karacaahmet Mezarlığı’ndadır. Mezarlığa Selimiye tarafından girildiğinde, 50 metre kadar ileride solda hemen yol kenarında...
Bir başka Osmanlı şâiri, “Gubâr-ı pâyine almam cihanı yâ Resûlallah” diye başlayan şiirinde peygamber aşkını (bugünkü Türkçe’ye göre sadeleştirilmiş olarak) şöyle dile getiriyor:
“Ayağının tozuna cihânı verseler, almam Yâ Resûlellah,
Saçının bir telini, yer ve göklere değişmem Yâ Resûlellah.
Senin teşrifinin, ter-temiz sulbünden geleceğini duyunca Hz. Âdem,
Bir habbeye, cinânı/cennetleri değişti Yâ Resûlellah.”
Şâir şunu demek istiyor: Hazreti Âdem cennette yaşayıp dururken, kendi sulbünden Resûlüllah’ın dünyaya geleceğini öğrenince, cennet nimetlerini senin zerrene fedâ edip dünyaya indi.
Evet görünüşte bir hatâ işleyip cennetten çıkarıldı gibi görünen Adem aleyhisselam’ın, aslında nasıl bir derin hikmet ve sırlarla cennetten ayrıldığı düşünülmelidir.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANIMIZIN AÇIKLAMASI
Geçen haftaki yazımda, “Hacta mîkad falan tanımayan” ve “Şeytan taşlama Mina, Müzdelife gibi şeyleri hactan kaldıracaksın” diyen bir ilâhiyat profesöründen bahsetmiş ve “doğruysa” kaydıyla bu zatın hac irşad heyetine alındığını duyduğumu yazmıştım.
Sayın Başkanımız Ali Bardakoğlu, Köln Merkez Câmii’nin temel atma merasiminden aradı. Kendilerinin DİB olduğu 7 sene içinde, o zatın Diyanet bünyesinde irşad vazifesiyle asla hacca gönderilmediğini, “Gönderilmesinin mümkün de olmadığını” söyledi. Kendisinin fıkıhçı olduğunu hatırlatarak, “Böyle bir şey mümkün değil” dedi. “Bir kimse çıkıp TV’de şov yapabilir. Ama biz asla böyle birisini vazifelendirmeyiz” diye de ilâve etti. “O şahsın değil, Profesör İsmail Lütfi Çakan ve Raşit Küçük Hocaların gittiğini” söyledi. Bu iki isim, hürmet duyduğumuz değerli iki ilâhiyat hocamızdır.
Bu meseleye böylece açıklık getirirken, Sevgili Peygamberimiz hakkında yakışıksız sözler sarf eden Papa’ya, kulağına doldura doldura söylenmesi gerekenleri söyleyen Sayın Başkanımıza da bu vesileyle tekrar hürmetlerimizi arz ediyoruz...