İmam-Hatip öfkesi
Neresinden bakarsanız bakın, Danıştay’ın meslek liseleriyle ilgili aldığı son karar, bizim bitmek bilmeyen din-devlet ilişkileri serüvenimizin bir parçası. Çünkü kararın merkezinde imam-hatip okulları var.
Sözü dolaştırmanın gereği yok. İmam-hatip okullarına duyulan öfke, topyekun meslek liselerini de zarara uğratan bir kararı ortaya çıkardı.
Danıştay’ın gerekçesinde YÖK’ün yaptığı düzenlemenin ‘Sistemi bozacağı, hakkaniyete aykırı olduğu ve telafisi güç zararlar oluşturacağı’ belirtiliyor.
Hangi sistem, hangi hakkaniyet! Daha dün aldığı kararla çelişen bir yargı kurumu, acaba kaç tane gencimizin hayatında telafisi imkansız zararların devamına imza attığının farkında mı?
***
Türkiye’de imam-hatip okullarına duyulan tepkinin farklı kılıfları vardır. Kimi okulların eğitim kalitesinden dem vurur. Kimi ihtiyacın çok ötesinde okul açıldığından. Kimi de bu okulların siyasete alet edildiğinden şikayet eder. Bu okullarda tutunamayıp ‘döneklik edebiyatı’na malzeme devşirenleri de unutmayalım.
Birkaç istisna dışında bu eleştirilerin hiçbirisi sorunun bizzat ne olduğuna işaret etmez. Oysa ortada geçtiğimiz asra damgasını vuran bir sorun var. Toplumun önemli bir kesimi çocuklarının diğer derslerle birlikte din eğitimi almasını da istiyor.
Dolayısıyla siyasi iktidar bu talepleri karşılayacak çözümler üretmek zorunda. Mesele kendisine oy veren kesimlerin daha dindar olması ya da olmamasından ibaret değil. Çok farklı kesimlerin de din eğitimi alanında ciddi talepleri olduğunu görmekte yarar var.
***
Bu uzun bir hikayedir, kolay bitmeyecek bir tartışmadır. Ama unutmayalım ki yakın tarihimizde bu yönde alınan kararlar ve uygulamalar, ya mahcubiyet ne
deni olmuştur. Yahut da toplumun kendi gayretleriyle geçersiz hale gelmiştir.
Cumhuriyet döneminin önemli isimlerinden Hamdullah Suphi Tanrıöver’in şu satırları anlamlıdır:
“Yugoslavya’nın üç büyük şairinden birisi Bükreş’te büyükelçi olarak vazife gördü. Sekiz ay uğraştım, onu İstanbul’a getirdim. Medeniyetimizin bir şaheseri olan Süleymaniye Camii’ni beraber ziyaret ettik. Sultan Süleyman’ın da türbesini gezmek arzusuna düştüler. Beraberce türbeye yürüdük, baktık, kapısı kapalı;on-on bir yaşındaki çocuklar orada oynuyorlar. En kabadayısına yaklaştım; ‘Oğlum acaba türbedarı bulabilir misin?’ dedim. Cevap verdi: ‘Onu bulmak çok zordur, isterseniz arayalım’ dedi.
Vaziyeti biliyordum, söyleyecek şey bulamadım. Onlar ‘galiba tamir var’ dediler, fakat iskele yok. Kafamı kurcalıyorum, o kadar kurcalıyorum ki o dakikaya yarayacak bir şey söylemek istiyorum, fakat bulamıyordum. Nihayet şunları söyleyebildim: ‘Bir müddet mazi ile alakamızı kesmek istedik, onun için türbeleri kapattık’ dedim. Yabancı diplomat yüzüme baktı, ‘ciddi mi söylüyorsunuz?’dedi. Cevap verdim, ‘ciddi’ dedim. Şu sözleri söyledi:
‘Böyle tarihi olmayan milletler, tarih huzurunda esatir, efsane uydururlar. Sizin ise büyük bir tarihiniz vardır. Bu tarihi yapanların türbesini nasıl kapatıyorsunuz?’ diye sordu.” ( Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları, derleyen: Mustafa Baydar, Menteş Kitabevi, s.403, 457; ileten, İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, Dergah Yayınları, s. 253)
***
Merhum Celaleddin Dede’nin tekkelerin kapatılması üzerine yazdığı mısralarla bitirelim:
‘Seddolunmakla tekaya kaldırılmaz zikr-i Hak,
Cümle mevcudat zakir, kainat dergahtır.’
Bayramınızı tebrik ediyorum.