ADAM ÖLDÜRMEK NEDEN KOLAY? ÇARE?
On iki Eylül 1980 öncesi dönemde sağcı veya solcu gençlerin birbirilerini siyaseten sokaklarda acımasızca vurup yere yıktığı veya yaktığı civanları, güvercinleri; gece yarılarında, soğuk ameliyat masalarında kurtarmaya çalışırken; bazen ağlayarak, bazen öfkelenerek; şöyle söylenirdim:
“Bir yaralıyı kurtarmak ne kadar zor? Tek kurşunda bir saniyede yere yıkılanı; tekrar sağ salim ayağa kaldırmak, ne kadar çok emek ve mesai istiyor? Oysa birileri, bu güvercinleri ne kadar kolay vuruyor, öldürüyor?. Bir görseler bunların ve bizlerin ameliyat masalarında çektiklerini; bu civanların can çekişmelerini; acaba yine vurular mı kahpece?!. Şu işe bakın; onlar öldürüyor, biz diriltmeye çalışıyoruz. Ya Rabbi! Bu ne yaman çelişki?”
Çoğu kez bu gençlerin önce gelincik çiçekleri gibi al kanlara boyanıp, sonra da kan kaybından orkideler gibi solup yerlere serildiğine; onları kapıp ameliyathaneye koştururken kucağımızda son nefeslerini verişlerine şahit oluyorduk. Kahroluyorduk. Onlarla beraber bizler de tekrar tekrar ölüp diriliyorduk.
Yine TV ekranlarında her gün; anne baların feryad ü figan şehitlerine ağlarken, diğer birilerinin, şehvetle, sevinç naraları attığına hayretle şahit oluyoruz. Çok yazık; bu ne yaman tezat? Bunca kin ve düşmanlık; hangi sinelerde, hangi kucaklarda, hangi ocaklarda ve nasıl büyütülmüş olabilir; yeniden düşünelim.
On iki Eylül öncesi tezatın o gün ve sonraki yıllarda bir izahı yapılabiliyordu; itirafları ile birlikte yapıldı da. Bugünkü; son 25 yıldır yapılan katliamı ve tezatlarını izah etmek nasıl mümkün olacak; birlikte düşünelim.
Adam öldürmek neden bu kadar kolay?
Siz şöyle diyebilirsiniz: Çünkü insana en ucuz gelen şey, başkasının evladıdır. Kin ve öfke baldan tatlıdır; muhatabını can evinden; ciğerparesinden vurmak ister. Çünkü adam öldürmenin cezası çok azdır.. Allah’ın (cc) had ve hududları, O’nun nasıl bir Azizüntikam olduğu unutuldu. Cehennem nerededir; hesap günü nedir? Unutuldu. Ve sadist ve psikopat insan sayısı arttı ve nefisler giderek kabardı. Çünkü mahalle ve onun koruyucu şemsiyesi ve kültürü kayboldu; mahallenin yerini metropeller; mahalle kültürünün, ak sakallıların yerini sanal alemler ve hedonizm ve hatta satanizm aldı. Mahalle güreşlerinin yerini silahlı çeteleşmeler aldı. Aksakallılar Huzur(suz) Evlerine, kızlar oğlanlar bale ve underground müzik salonlarına veya dağ evlerine gönderildiler.
İşte böyle böyle insanın kontrolü zorlaştı. Çünkü mahalle baskısı ve müeyyidesi kayboldu. İnsanlar sınırsız harcamaya alıştı; çünkü para bollaştı, ama onu pay edecek kardeşler azaldı. Çocuklara hakkından fazla hak verildi. Gençler alabildiğine özgürleştirildi; dokunulmaz kılındı ve çoğu bilgiç ve ukalâ oldu.
İrfansız, inançsız ve imansız bilim; ilim olamaz; taşıyanı da bilge ve alim olamaz, ancak bilgiç olur. Alimlere, ariflere tu kaka edildi. Çünkü onlar internetten, lanternetten anlamazdı.
Kendinden daha fazla kazanana, daha fazla tüketene tahammülü azaldı. AVM’ler sayesinde tüketme alışkanlığı şehvete dönüştü. Çünkü Batı icadı kapitalizm ve tüketim ekonomisi, her kanaldan sınırsız pompalandı.
İnsanlar reklamı, yaygarayı, edepsizliği, sözüm ona, Ahmet Türk’ün de fütürsüz ifadesi ile; molotofkokteyli gösteri ve saldırılarla demokratik hak aramayı öğrendi. Sinemalarda izledikleri şizofrenik senaryoları sokakta uygulamayı marifet sayar oldular.
Metropol varoşlarında her türlü suç kolaylaştı; çünkü kim kime dum duma oldu; ak sakallılar yitti, kara montlu ve simsiyah sakallılar, siyah gözlüklüler, siyah arabalar, Poat Alemdar’lar türedi. Ama onlara:
“Durun kalabalıklar! Burası çıkmaz sokak” diyenlar kayboldu.
Ve mürebbiler azaldı. Babalar mürebbilik sıfatını kaybetti.
Geçen gün yine TV haberlerinde; siyah montlu ve siyah maskeli 2 şehir eşkıyası bir mağazadan, uluorta LCD ekran telvizyonlarını apartıyordu. Bir er kişi vatandaş da elinde hafif bir file ile oradan geçesi tuttu: Hayret, hiç şaşırmadan; duraksamadan, olayı görmezlikten gelerek; kaşını dahi kaldırmadan geçip gitti. Muhtemelen içinden:
“Köpeklerle dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmak yeğdir” veya “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyordu. Veya; “Ben tek başıma ne yapabilirim” diyordu. Be adam: “Hırsız var!” diye bağıramaz mıydın? Veya cep’ten 155’i de mi arayamazdın?
Eşkıyanın tavrı daha da ilginçti; onlar da vatandaş yokmuş gibi, önünden gidip gelip işlerini durmaksızın sürdürdü. İki taraf birbirinin tavrını ve görevini ezberlemiş gibi idi: Berikiler çalıp çırpacak; vurup kıracak; hatta öldürecek; diğeri, yani vatandaş da başını eğip geçecek ve “Üç Maymunu” oynayacak. Vatandaşlık, şehirlilik, insanlık bu mu?!
Japonya’da öyle mi ya? Eşkıyayı gören yaygarayı basıyor; mesajı işiten, aynı frekansta, refleksle eşkıyaya dalıp etkisiz hale getiriyor. Sonuç belli; bugün Japonya’da, gasp da yok, silah taşıyan da.. Çünkü onca kalabalığa mermi yetişmeyeceğini o psikopatlar çabuk öğrenir. İşte vatandaşlık öyle olur.
Peki bizim eşkıyaya çare ne? Karalar bağlayıp yılmanın, oturmanın anlamı yok. Onlar zaten yılmamızı bekliyor. Bir defa; asla çaresiz değiliz. Çare biziz, hepimiziz.
Eşkıyalık yapan PKK olabilir, kapkaççı olabilir, karısını döven gözü dönmüş koca olabilir. Aleni silah, molotofkokteyli söz konusu değilse; mahalledekilerin, komşuların, ailelerin, sokaktakilerin, esnafın, cami cemaatinin; orada kimler varsa; topluca eşkıyanın önünü kesmeleri ve durdurmalarıdır. Ama bunu yaparken hiç kimsenin seyirci kalmaması veya provokatif olmaması gerekir. En azından emniyet güçlerini getirtmesi gerekir. Böylesine tavrın, şahsen; fevkalade etkili olduğunu defaeten gördüm, yaşadım. Ancak Bulanık’taki gibi Donkişotluk da yapmamak, asla saldırıya karşı saldırı ile; hele de, halk olarak, silaha karşı silahla karşı koymamak gerekir. O iş güvenlik güçlerinini işi ve o dahi çok su götürür. Ha; kepenk indirilmeyecekse; elbirlik indirmemek gerek. Hemen de teröre teslim olmamak gerek. Kurumlaşmış, STK’larını olgunlaştırmış halka rağmen hiç kimse bir iş edemez; yeter ki birlik olunsun.
Haber Türk ekranında, Hülya Avşar’ın konuğu olan Yılmaz Erdoğan beyi izledim. Haliyle çok üzgündü eşkıyanın ettiklerinden ötürü; ülkesinde olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. Yüksek sesle düşünüyordu. Sanatçı olarak bir şeyler yapmak istiyordu. Yapmalı; herkes bütün sanatçılar bu işe biraz değil, çok kafa patlatmalı.. Latin Amerika’da kiliselerin Halkla İlişkiler Komisyonları kurarak ülkedeki acil vukuatları giderebildiklerini görmüş; “Buradaki dini kurumlar, neden neden aynını yapamasın?” diyordu. Dini kurumlar, tüm vakıf ve dernekler, yani STK’lar; bu kanı durdurmada pekalâ inisiyatif alabilirler ve etkili olabilirler. İl genel meclisi ve belediye meclis üyeleri, encümenler, kaymakamlar, belediyeler, parti teşkilatları, mahalle muhtarları, ilgili mahalle ve şehrin akilleri; herkes kendi çapında, cemaati ve/veya ekibi içinde tedbirler, pozitif ayrımcılıklı modeller geliştirebilirler.
Beyler! Akan kanı, ülkenin bölünme riskini görelim; ama seyirci kalmayalım. Yeni bir Irak, Bosna, Afganistan, Pakistan olmak istemiyorsak; acilen milletçe, sivil inisiyatifi başlatmalıyız. Gönüllü nasihatçiler olalım; tekin tükün de kalmış olsa, ak sakallıları da aramıza alarak; ayrım yapmadan; ev ve mahalle toplantıları ve ziyaretleri yapalım. Kültür evlerinde, düğün ve konferans salonlarında, vatandaşların hem şikâyetlerini dinleyelim, hem yaralarını saralım, ihtiyaçlarını giderelim; en sonunda önermelerde bulunmalım. Sadece akıl vermeyelim; gönlümüzü, yüreğimizi, elimizi verelim.
Her şeyi devletten, Amerika’dan beklemeyelim. Elden gelen öğün olmaz; o da vaktinde bulunmaz. Ama güvenlik güçleri yetiştiğinde, inisiyatifi onlara bırakalım. Devlet elbette genelde doğrusunu yapar; ancak devletin eli ayağı biraz ağırdır. Pratik değildir. Şefkati, merhameti bazen tartışılır. Mesela, devlet nasihat etmez; gözünden yaş gelmez; elinde çiçek taşımaz, belki cop taşır. O kanunları işletir; delil ve suç tespiti yapar, dosyalar; o suçlar, azar eder, ceza verir, hapse atar. Elbette, adil olmak şartı ile o da gerek. Ancak aşırı giderse; Diyarbakır ceza evinde olduğu gibi, geri teper.
Gelin birbirimizin haline ağlayalım, birbirimize merhamet edelim. Acılar paylaşmakla azalır. Birbirimizin evladına, malına acıyalım; onlar bizim de, milletimizin de ciğer pareleri; yarınları.
Gelin yaban güvercinlerimizi şakîlere vurdurmayalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.