Nihat Bengisu

Nihat Bengisu

Müşterekleri mizden diğeri: Askeri hastaneler ve orduevleri

Müşterekleri mizden diğeri: Askeri hastaneler ve orduevleri

Birkaç haftadır “müşterek değerlerimiz”e atıflar yapıyoruz. Bundan maksadımız, millet bütünlüğünü sağlamak. Son yıllarda, hele de son aylarda, hususen siyasi arenadaki bazı aktörler, kendi hükümetini hatta kendi dini değerlerini veya kutsallarını ayaklar altına alırcasına itham ediyor, rakip görüyor, düşman ilan ediyor. Rakibinin partisinden, hükümetinden geçtik; onun ırkından, milletinden, hatta ülkesinden bile olmak istemiyor.
Son tipik örneğini eski meslekdaşım Genel Cerrahi Uzmanı; ama o hayli zamandır bir politikacı ve MHP milletvekili, Op. Dr. Osman Durmuş ve hemen ardından, fikirdaşı veya kankası sayın CHP başkanı Deniz Baykal’dan geldi. Bu politikacılarımızın ajandaları ve psikolojileri benzer saldırılar ile müsemma. Osman beyin Trabzon ve Karabük hastane başhekimlerine basın önünde ettiğini iyi biliriz. Kendileri hak ettikleri cevapları, Türkiye’den, Fransa’dan; hem ilgililerden aldılar, hem de milletin vicdanında iğneleri ve dikenleri ile birlikte, kanatarak yer ettiler ve güncel tabirle, fişlendiler. Ama ülkemin taşları, çakılları dahi yerinden oynadı sayelerinde; oturacağa da benzemiyor. İthamlar, çamur atmalar devam ediyor. İki senedir hazır yiyen tekel işçilerini bahane ederek, daha doğrusu onlara haksız destek verenlerin ettiğini eloğlu etmez.
Politika böyle bir şey; vicdanı, adaleti, omurgası ve insafı yok. Özellikle politika diyorum, siyaset demiyorum. Siyaset; akıl ile, vicdan ile, hukuk ile yapılır. Politika ise; adı üzerinde: Poli; çok demek; tik ise thick, yani yüz, mimik demek. Siz buna nanik de diyebilirsiniz de ben aslına sadık kalarak “çok yüzlülük” diyeyim. İkisi de sırf nefis, mayın ve bubi tuzakları ile çevrili işler.
Geldik kanunen de mayınlı bir diğer müşterek değerimize: Ordumuza ve onun kurumlarından askeri hastanelerimize ve orduevlerine. Öyle bir müşterek değer ki, beğenseniz de, beğenmeseniz de, asker olmayı isteseniz de istemeseniz de, hiçbir silaha, soğuk demire dokunmak istemeseniz de; illa ki mecbur kılındığımız bir müştereğimiz. Değeri, kutsallığı(!), göreceli ve yüklenilen anlamda gizli. Ateist olabilirsin, hiçbir dînî itikad ve ameliniz olmayabilir, hiçbir dini alana uğramamış olabilirsiniz. Kimsenin de inancınıza bir şey demeye, zorla da sizi bir camiye, kiliseye, çarşafa sokmaya hakkı yoktur. Ama er kişi iseniz, hiç istemeseniz de, dağlara kaçsanız da, bir gün bir askeri birliğe tıkılıp hâkîler ile donatılır ve asker edilirsiniz. Ama bir terhis edildiniz mi de bir daha o elbiseyi giymeniz ve “asker alan levhalı” hiçbir mekana; çok özel izin almaksızın giremezsiniz. Yansanız da, donsanız da, kurşun yemiş olsanız da, sivil iseniz; bir askeri hastanede ameliyat olamazsınız. Özel veya tüzel bir sebeple girmeniz gerekirse de, rötüşlenirsiniz, kayıt altına alınırsınız. Rötüşünüzü değiştirseniz, misal başörtünüzü “gıdınızın altından” bağlasanız, hatta çantanıza soksanız veya sakalınızı kesip cascavlak tıraş olsanız bile artık hastaneye bile sokulmazsınız. Er iseniz ve hastaneye yatmışsanız, ben usandım, iyi olamayacağım deyip çıkmaya kalksanız; çıkamazsınız. Sorumluluk imzası atamazsınız. Çünkü siz artık kamusal alandasınız ve komutanınızın vesayeti altındasınız. Çünkü 1111 sayılı askeri kanun böyle. Ama sivil veya resmi başka bir hastaneye yatsanız; ki her an yatabilir ve istediğiniz anda da imzayı atıp taburcu olabilirsiniz.
Kamusal alanın ne olduğunu ve ıstılahî anlamını ben henüz lügatlerde bulamadım.
Konumuzun başlığı “askeri hastaneler ve orduevleri” idi.
Askeri hastaneler, orduevleri, hele hele askeri birlikler, hatta askeri arsa ve araziler kamusal alandır; bunu hepimiz iyi bellemişizdir..
O alanlara girebilmek için, bazan üçlerden, yedilerden, kırklardan, “milli güvenlik ve savunma belgesi”ni yazanlardan ruhsat almanız veya kategorik olarak, en azından askeri personel, olmanız gerekir.
Şehirlerimizin en orta yerinde, tel ile çevrili, “Askeri Alan” levhalı, devasa arsa ve binalara, askeri hastanelere ve okullara yaklaşamazsınız, o civarda arabanızı park edemezsiniz.. Boğaz’daki Kuleli Askeri Lise’nin civarında denize olta atamazsınız; hatta eşinizle çömelip denizi seyredemezsiniz. Sizin eşinizin başı açık ise, belki seyredebilirsiniz; ama ben seyredemedim; bir er koşup geldi ve “Buradan deniz seyretmek yasak!” dedi. Askeri lojmana, oradaki markete giremezsiniz, bir ekmek alamazsınız. Bu hal, elan birçok ülkede de böyle.
Bütün bunlar bir kast, sınıf veya kategorize etmeyi çağrıştırıyor. İster istemez “Biz hangi kategorideyiz?” veya “Birileri bu milleti ne zamandır kategorize ediyor?” diye sorasınız gelir ama cevabını alamazsınız. Alsanız da tatmin olamazsınız. Ama inanmak ve güvenmek zorundasınız, askerler size güvenmiyor olsa bile.
Anketlerde, hep en güvenilir kurum olan ordumuz veya ordumuz içindeki birileri arasında, bir anket de tersinden yapılsa; acaba en büyük müşterek değerimiz olan milletimize ne kadar güveniyorlar? Acaba birileri milletini ne kadar simetrik, ne kadar eşit algılıyor? Hiç merak ettiniz mi?
Kıyafetinden, ırkından, mezhebinden ve daha bir sürü insanî ve tabii halinden dolayı bu millete ne kadar eşit ve simetrik davranılıyor? Kaim inanç ve kıyafetinden dolayı eğitim hakkı elinden alınmış onca gencimize ve kendi personeline ne kadar simetrik davranılıyor? Anketsel (!) olarak en güvenilir olan bir kurum, hukuksal (!) olarak en adil ve de en müşterek kurum olabiliyor mu?
Kamunun, yani sivil halkın; 10 metre yanından dahi geçemediği, masalarına oturup ne yiyip, ne içtiklerini, ne konuştuklarını dahi bilmediği, belki merak bile edemediği bir kurum ne kadar müşterek bir değerdir? Bence ordu da asker de, kamusal alanları da müşterek değerimiz. Sorun zihniyette.
Ne demiş orgeneralimiz, mealen: “Halk, onları seçmeye devam ederse, öylesi yaşantılarında israr ve inat ederse; artık bineriz tepelerine, düreriz defterlerini” buyurmuş.
Beyler, eğri oturup doğru konuşalım. Yoksa biz tek millet değil miyiz?. Değilsek, bu kafa yüzündendir. Tekrar diyorum ki, bu coğrafyadaki her şey, her alan, her asker, balyozcu ve kafesçi subaylar dahi; müşterek değerimiz. Müslümanı, ateisti, alevisi, sünnisi, generali, polisi, askeri, hastanesi, orduevi, halkevi, cemevi, Kur’an kursu, müzikholü ile bu coğrafyadaki her kişi ve şeyi meyi bizim.
Söyleyin Allah aşkına; yansanız dahi alınmadığınız askeri hastanelerde, kuş mu konduruyorlar; tüm kurşun yemişleri, tüm yanmışları hayata döndüren sihirli tedavileri, hıfz-ı sıhha usulleri, mucize ilaçlar mı bulmuşlar ve düşman hastanelerinden gizliyorlar?
Zannetmiyorum. Hep aynı usûl ve yöntemleri uyguluyoruz. Nitekim tıbbi kongrelerde iddialı, mucize tebliğlerini görmüyoruz. Hatta, askeri hekimleri aramızda pek gördüğümüz de yok. Hastanelerini de çok rantabl çalıştırabildiklerini zannetmiyorum. Yatmakta olan askere 2 ay sonrasına böbrek filmi randevusu verip randevu gününe kadar yatırıp beklettiklerini gördüm. Oysa o süre içinde o yataktan, sivil veya resmi bir hastanede 10-20 kişi istifade eder.
İhtimal ki, askeri hekimlerimiz de o şartlara adapte olmuşlar; veya kamusal alan içinde kalmayı bilmediğimiz nedenlerle yeğliyor veya zorlanıyorlar olabilir... Siyaseten veya devlet sırrı gerekçesi ile; icap edene hasta, icap etmeyene çürük raporu vermeye zorlandıkları gibi. Biz de zorlanıyoruz, ama daha kolay reddedebiliyoruz. Askeri hastanede hekim olmak zor iş. Allah yardımcıları olsun.
Askeri hastaneler de genel sağlık sistemine dahil edilse, yani sivilleşse; hastane kapılarında rötüşlemeler, zoraki raporlamalar, en azından dedikodular biter. Askeri hastanelerin ve diğer tesislerinin o muazzam cihaz, mekan ve diğer imkanlarından tüm kamu istifade edecek; rantabl kullanım artacak; müşterek değerlerimiz artacak. Asker sivil ayrımı asgariye inecek. Millet bütünleşmesine ciddi katkı olacak; diyorum.
Benzer şekilde; orduevleri, lojmanları, marketleri ve kütüphaneleri ayrı gayrı olunca daha mı üretken oluyorlar, daha mı güzel vakit geçiriyorlar. Kamudan, sivilden, gözden ırak olunca daha mı zevkli vakit geçiriyorlar?
Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur. Kır atın yanında duran, ya huyundan ya suyundan.. illâ ki alır, aynîleşir, benzeşir. Askerlerimiz, generalerimiz sırça köşklerinen çıkıp aramıza büyük aileye, milletin içine karışıp yaşasalar fena mı olur? Onlardan pek çok istifade ederiz; fena mı?. Bilişmek, kaynaşmak; her açıdan güzeldir.
İnsan bilmediğinin düşmanıdır; hadi öyle değil de, karşıtıdır diyelim.
Yunus ne güzel demiş:
“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Bu dünya kimseye kalmaz”.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Nihat Bengisu Arşivi