'Siz hala Keriman Halis - leştiremedik - lerimizden misiniz?'
Yıl 1932. Belçika'da yapılan Dünya Güzellik Yarışması'nda ilk kez bir Türk çocuğu “Dünya Güzellik Kraliçesi” seçildi. Aynı yıllarda Sabiha Gökçen “Türklerin ilk kadın pilotu” oluyordu. Kadın, bu tür atraksiyonlarla Türk modernleşmesinin itici gücü olsun isteniyordu.
“Dünya “Güzellik Kraliçesi” olarak Belçika'dan yurda dönen Keriman Halis, Sirkeci Garı'nda seferden zaferle dönmüş bir komutan gibi karşılanmıştı. 1850'de Osmanlı şehirlerini gezen Jakob Philip Fallmerayer, “Türkiye'de aşağılanmış ve güvenini yitirmiş durumda olan sadece hükümettir; halk ne fanatik enerjisinden ne de kendine güveninden bir şey kaybetmiştir” diyordu. Sanırım bu tespit 1930'lar için de geçerliliğini koruyordu ve fakat “hükümetteki aşağılanmışlık ve güvenini kaybetmişlik” daha da derinleşmişti.
Devlet, “Bakın biz Türkler, tarihsel ve kültürel aidiyetlerimize rağmen dünya milletlerinin gerisine düşmüyoruz” mesajını hayatın bütün alanlarında vermeye çalışırken, bu çaba, halk nezdinde hiçbir karşılık bulmuyor, hatta anlaşılmıyordu bile. Bu anlayamama durumu, uzun yıllar halkı Keriman Halisleşmeye karşı korudu.
Buradan umulan her neyse, aradan geçen uzun yıllar boyunca bu şey, geniş halk katmanlarına bir türlü ulaşamadı.
1950 seçimlerinde halk “başında kimi görmek istemediğini” açıkça beyan etti. Başında kimlerin olması gerektiği konusunda bir karar vermek ise o dönemlerde hem nesnel şartların imkansızlığı bakımından, hem de tekamül yasalarının Türkiye özelinde sürekli tersine işletilmesi yüzünden, fazlaca lüks bir iddia gibi duruyordu.
Ne olduysa oldu ve Türk modernleşmesi denilen planlanmış bilinçli süreç, zaman zaman kanlı ve zorba sahnelere de yol açan iktidar mücadelelerinin üstünde bir demir irade olarak devam ede geldi.
Öyle ki cumhuriyetin ilk yıllarında ve tek parti dönemi boyunca uygulanan sert politikalara sistem içinde kalarak karşı çıkan veya karşı çıkıyor gibi yapan liberal sağ kesimler, bilerek veya bilmeyerek “tepeden inme” yerine “kökten sürme” retoriğinin yedeğine kendilerini oturttular.
Yani bu kesimlere göre aslında bütün mesele modernleşmenin tepeden inme yöntemlerle ihdas edilmesiydi.
Tek parti diktasına karşı gösterilen muhalefetin temelinde esasa yönelik kaygılardan çok, usule ilişkin itirazlar vardı.
1980 sonrasında kısa bir “kaynaklara dönüş” ya da “bize dinimizin orijinal teori ve pratiği yeter” dönemi yaşandıktan sonra, aynı yıllarda “tabana yayılmış modernleşme hareketi” Nilüfer Göle gibi kimselerin yaptığı ilk temenni/tespitler doğrultusunda bir süreçte ilerledi. “Çocuk emzirmek zorunda değiliz” şeklinde bayraklaşan ilk talepler, sözüm ona birtakım dini söylemlerle gerekçelendirilmeye çalışılırken, 1990'ların sonuna doğru bu gerekçelendirmenin daha da zenginleştiği görüldü.
2000'li yılların ortalarında ve özellikle bugünlerde ise artık bu “gerekçelendirmeye” de son verildi. “Hz. Ayşe, Hz. Zeynep, Hz. Hatice…” diye başlayan eski gerekçelendirme cümleleri tamamen ortadan kalktı. Onun yerine “bireyselliğini ön plana çıkararak özgürleşenler” türeyiverdi. Bunlar “çocuk da yaparım kariyer de” sözünü “namaz da kılarım eller havaya konserlerine de giderim” şeklinde muhafazakar versiyonuyla yeniden üretirken, cumhuriyetin ilk yıllarında görülen o kaba ve sert manzaralardan çok daha kaba, çok daha görgüsüz ve çok daha vahşi bir durum ortaya çıktı.
Bu manzara öylesine görünür bir hal aldı ki artık bu kişiler, vaktiyle Keriman Halislerle, Sabiha Gökçenlerle modernleşme evrelerini tamamlamış kesimler tarafından da hem fark edilmeye hem de bu halleriyle içselleştirilmeye hazır bir kıvama gelmişlerdi.
Büyük gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin keşiflerine açık bir yapı arz eden yeni muhafazakarlık, o eski Anadolu utangaçlığını da çoktan üstünden sıyırıp atmış, “bakmayın böyle göründüğüme, aslında şunu da yapabilirim, bunu da yapabilirim” tarzında çok yönlü yeni bilişim teknolojisi ürünleri gibi her türlü pazarlama taktiğini kendi kendine çoktan geliştirmişti bile.
Geriye bunları fark edecek zengin mahalle kalantorları kalıyordu. Fark edenler fark atarken, bu yeni teknolojiyi ihmal etmiş ya da ona eski alışkanlıkları yüzünden hor bakmış olanlar ise kaybediyordu.
Keşfedilenler ile henüz keşfedilmeyi bekleyenler arasında da bariz bir fark vardı. Keşfedilenler, orada kalmayı başarabilmek için pişman itirafçılığın gerektirdiği bütün maharetleri ustalıklı örtbas girişimleri ve gerekçelendirme taktikleriyle sergilerken, henüz keşfedilmemiş olanlar için durum çok daha vahşi ve görgüsüz bir kırıp dökme sürecini zorunlu kılıyor. Öyle ki “çıktığı kabuğu beğenmemek” biçiminde özetlenen ve aslında toplumun yüce gönüllülükle geliştirdiği “ne yapsın, imkansızlıklar içinde büyüyünce böyle anasını da hor gördü garip” şeklinde bir vicdan savunusu bile onlar için değildi. Çünkü keşfedilmeyi bekleyenler, artık talep edilen her şeylerini ortadan kaldırmayı bile akıllarından geçirmeye başlamışlardı. O güne kadar sadece ismini telaffuz ettiklerinde bile kendilerini ayrıcalıklı saydıkları, ruhlarına sürekli özgüven esinleyen büyük “bayrak adamları” artık sadece terk etmekle kalmıyorlar, bir de onlara hayasızca sövüp saymayı kişisel ikballeri için kar sayıyorlardı.
Bu noktadan sonra artık pişman itirafçılığın da ötesine geçerek, tetikçiliğe hazır hale geldiler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.