Onaltı Mart yazısı
Ehven-i Şerreyn ihtiyâr olunur. Ne zaman? Somut olaylarda, bir zorunlukla karşılaştığımızda! Yoksa, lâiklik ilkesi; Hayr'ın karşısına Şerr'i; Hakk'ın karşısına Bâtıl'ı ikame etmeyi, önce her ikisini “felsefik”(!) bakımdan eşdeğer saymayı, ardından da lâik davranma gereği(!) olarak Şerr'in ve Batıl'ın üstünlüğünü dayatmayı aslâ zorunlu kılmaz! Lâiklik ilkesini de rezil etmek için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz, yazık! Lâiklik ilkesi; din adına gerçekleştirilen kötüye kullanmaları engellemek için mi ortaya atıldı, yoksa kötü zaferi için mi?
Bir iktıdar “çeteleşme”nin üzerine giderse, onun üzerine “Havaalanındaki mayolu kadın reklamlarını kaldırdı, lâikliği ihlâl etti” diye gidilmesi, Dünya'nın neresinde görülmüştür? Anayasa gerçekten sadece Başlangıç bölümünden mi ibarettir? Böyle ise, Meclis'e, Hükümet'e, bunca zahmete ne gerek var? Seçilmişler'e ne gerek var?
İyi bir Anayasa'ya, iyi bir Kanun'a sahip olamıyorsak, kanunsuzluk kötü kanunluluktan iyidir. Niçin? çünkü Varlık ilkedir. “Yokluk” nisbî bir kavramdır. Bir yerde “kötü bir nesne” bulunmayınca “iyi”nin varlığı da inkâr edilebilecek değildir. Allah sonsuz ve sınırsız İyi, Güzel ve Doğru'nun Rabbi, ıssı olduğu için bozuk (fâsid) bir kanun kuralı, somut olayda hayra erişmeyi engelleyebilir. Buna karşılık, kötü bir kuralın yokluğu halinde, Mutlak Hayr'ın Rabbi olan Allah Mekân ve Zaman kayıtlarından münezzeh olduğu için, insanların hayra ulaşmaları daha kolaylaşmış olur. İyiden ıssız yer yoktur.
Anayasa için de özellikle bu sonuç doğrudur. Kötü bir Anayasa, kötüyü -Cengiz Yasası gibi- güce kavuşturur. Hiç Anayasa yoksa, kötü hiç değilse “anayasal temel”den yoksun kalır.
Anayasalar, bilinçli bir halk katılımı olmaksızın ortaya çıkarılırlarsa, halk da bir türlü yeterli bilinç seviyesine erişememişse, üstelik bir de Başlangıç bölümleri, sonra gelen hükümleri yürürlükten kaldırabiliyorsa, hiç Anayasa olmaması daha iyi değil midir?
Halkın “iyi Anayasa” bilincinin tam olmadığı bir ülke düşünelim: Böyle bir ülkede de meselâ Almanya'dan çevirildiği için nisbeten iyi bir Anayasa çıkarılmış olsun. Bu göstermelik Anayasa'dan sonra, bilinci tam olmayan halkın gözü önünde, Anayasa'nın temel ilkelerine aykırı bir şekilde “idamlar” icra edilemez mi? Aradan yarım yüzyıla yakın bir süre geçtikten sonra da “millet bu idamları coşkuyla karşıladı” denemez mi?
“Ben de oradaydım”. 27 Mayıs'ın başlangıcında bazı çevrelerde “coşku” olduğunu gördüm. Ancak idamlar çok şükür coşkuyla karşılanmadı. Hatta Merhum İnönü ve Mevhibe Hanım'ın da yaşlı gözlerinden ve üzüntülerinden bahsedildi. Bir süre sonra gördüğüm bir gazete başlığını hatırlıyorum: Merhum Menderes'in idamında gökte görülen alâmetleri, sayısız beyaz kuşun (martı!) toplanarak ağıt yaktıklarını yazıyordu. Anayasa bilinci güçlü olmasa bile, Millet çoğunluğunun zulümden hoşlanmadığına şükredelim.
Merhum Mahir İz; “tarafsız” olamayan bir “Osmanlı Efendisi” olarak görülebilir. Ne var ki bu “izlenim” doğru değildir. Yakın ve uzak tarihi biribirine bağlayan ve sonuç çıkaran şu cümlesinde, isabetli teşhisi koymuştur: Asırların istibdadı, cemiyetin (Osmanlı-Türk cemiyeti -H.H.) ruhundan silindir geçirmiş olduğu için, zaman zaman ahrardan (hürriyetine sahip çıkanlardan) mütecellid şahsiyetlere cinnet isnadı bu yüzdendir... Bu her devirde böyledir.” (Yılların İzi, Fuad Şemsi Bey'den bahseden kısmın sonunda.)
Evet, her devirde böyledir, Osmanlı-Türk toplumunun perşembesi, İslâm'ın ilk yüzyılının çarşambasından belirlenmiştir. Kurtulmak; “silindir geçmiş” sadrını ihya etmek için “iki ağır emanet”in kadrini bilmeye ihtiyaç vardır. Yoksa “Ehl-i Beyt'e dokunan yılan bin yaşasın, Hrant'a dokunan yılan da Şah-i Mârân olsun, Canavarın sadece bana tıslayan ağzını bağlayabilmek için, hangi kişinin beynini sunsam acep?” endişesinde kalırsak, “bu ne bitmez geceymiş? Hâlâ sabah olmadı” türküsünü çığırır dururuz. Bu parça, “sadrından silindir geçmişler”in ağıtıdır. Kerbelâ şehitlerinin sadrından silindir geçirememenin acısı, mübarek bedenlerinin üzerinde at koşturmakla çıkarıldı. Bu olayı “iki Arap arasındaki çatışma Türk'ü ne ilgilendirir?” veya “iki Hazret arasındaki çatışmaya karışırsan arada sen ezilirsin, aman eşek olma zinhâr!” ve hele “bir kimse, meşru iktıdara baş kaldırdı, gereken yapıldı, daha ne konuşuyorsun?” zihniyetiyle ele alanlar, sadrlarının, akıl ve gönüllerinin üzerinden zulmün silindiri geçerek yamyassı olmasına talip olanlardır. İşte bunlar, sadece zulüm canavarının ağzı kendi pastırması çıkmış benliklerine yönelince “bu ne bitmez geceymiş? Hâlâ sabah olmadı!” türküsünü çığırmaya başlarlar. Daha önce, “ülen sen arada güzel lâflar da ediyon emme, zulüm sadece ehl-i sünnet müslümana yapılan kötülüktür, şu Hrant lâfından cinlerim başıma toplanıyor” da diyebilirler.
Kim ne derse desin, “ahrâr”da riyâ ve nifak yoktur, olmamalıdır.
İmdi ey Azizan, yine toplum olarak bir sınav karşısındayız. Anayasa'nın Başlangıç bölümüne dayanılarak, geri kalan kısmı hiçe sayılmaktadır. Sami Selçuk Bey, “yargı süreci başladıysa, sonuna kadar sus-pus olmalıyız” derse de, bu “yargı süreci”, herşeyden önce iki taraf arasında bir alacak davası, veya bir ceza davası vs. değildir. Hukuk Devleti'nin, Demokrasi'nin şeklî güvence kuralları dinamitle atılmak isteniyorsa, “dur bakali, noolajak?” deyû, hemen kabak çekirdeği, mısır patlağı vs. tedarik edilerek ekranların başına mı geçilir? Bu “yargı süreci”nin bu şekilde başlatılmasına imkân yoksa, bunu söylemeye de hakkımız yok mu? Anayasa Mahkemesi, bu davayı da “şartlarına uygun açılmış” bir dava sayacak mıdır? Anayasa Mahkemesi, aynı zamanda “Yüce Divan” görevini taşıdığını hatırlamayacak mıdır? Cumhurbaşkanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasa Mahkemesi, Bakanlar Kurulu ve Başbakanlık da yoksa suspus olup “dur bakali, n'oolajak?” diyerek, sonuçta demokratik rejim için “yürütmenin durdurulması” kararı mı çıkacaktır? Ey kabak çekirdeği çıtlayanlar, çıtırdıdan, Hukuk Devleti çatırdısını duymaz mı oldunuz?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.