İstanbul’da din düşmanı, Şam’da Türk düşmanı
Yirminci yüzyıl başlarında bilhassa Şam’da, Beyrut’ta, Kahire’de Arap milliyetçilerinin iflah olmaz Türk düşmanlığı, birilerine göre, o toprakların hâlâ Osmanlı mülkü sayılmasından ötürü bir yere kadar anlaşılabiliyordu. Ancak dönemin Osmanlı münevverleri, Arap milliyetçilerin bir kısmının İngiliz, bir kısmının Fransız ve hatta bir kısmının da Rus hayranlığı ve bu hayranlık neticesinde kurulmuş olan organik ilişkileri bir türlü anlamlandıramıyordu. Öyle ya ay yıldızlı bayrağın altından daha şerefli ve güvenli bir yer arayışı nasıl izah edilebilir ki.
Ancak bu yeni durumu anlamlandıramayan, İstanbul’da mukim Türk münevverlerinin ekseriyeti de aynı yabancılaşmayı İslam karşısında hissediyordu. Mesela Arap milliyetçilerin nasıl oluyor da İngiliz himayesini Osmanlı himayesine tercih ediyor olduklarını sorgulayan Falih Rıfkı Atay, Anadolu çocuklarının Hicaz savunmasını gereksiz görüyor ve “Anadolu çocukları iskorpitten çürüyüp düşen ağızlarının yaraları içinde kavrulmuş çekirge çiğnemeye çalışarak, Fatma’nın, Ebubekir’in, Ömer’in ve Muhammed’in sandukalarını savunacaklar” diyordu.
Bu kahredici diyalektiğin Arap tarafına dönersek; Türk düşmanlığının o dönem, bırakın gayet bilinçli ve bedel ödemeye hazır Arap milliyetçilerce hissedilmesini, siyasetle hiçbir alâkası olmayan eyyamcı Arap sosyetesi tarafından da telaffuz edildiğini, dönemin kaynakları bildiriyor. Öyle ki bu mesele bir siyaset olmaktan çıkıp, bir moda halini almıştı.
Falih Rıfkı Atay, Cemal Paşa’nın yaveri olarak Birinci Dünya Savaşı yıllarında Filistin cephesinde yaşadıklarını anlatırken, Beyrut’ta Osmanlıya asi Arap milliyetçiler içerisinde Yusuf Hanî adında oldukça zengin ve eyyamcı bir tipten bahseder: “Yusuf Hanî, milliyetçi olduğu için Türk düşmanı değildi. Türk düşmanı olmak moda olduğu için ve zarar da vermediği için, öyle idi. Ve takındığı bu sıfatı, boynundaki kravattan fazla önemsediği de yoktu… Bir Fransız vesikası der ki: ‘Lübnanlı Hıristiyanlar Fransız dostudur. Hıristiyanları sevmedikleri için Lübnanlı Müslümanlar da İngiliz taraflısıdırlar. Beyrut Araplarının çoğu Fransa’yı sever. Fakat Ortodokslar Ruslara bağlanmışlardır. Niçin? Hiç… Osmanlı bayrağından daha şerefli ve nüfuzlu herhangi bir bayrağa bağlanmış olmak için…”
Başka bir deyişle; İstanbul’da asrilik, dine olan mesafesinin oranıyla ölçülürken, Şam’daki, Beyrut’taki, Kahire’deki Avrupa görmüş Arapların asriliği ise Türk’e duyduğu nefretin oranıyla ölçülüyordu.
Ne ilginçtir ki o dönem bütün Müslüman topraklarında emperyalizmin hedefe yerleştirdiği iki kavram vardı; biri İslam, diğeri Türk.
Türkiye’de aydın cephesinden bakıldığında, yaşanan pek çok sorunun nedeni din olarak gösterilirken, Arap yurtlarında ise Türklük, başında baykuş öten, harap olmuş illerin tek sorumlusu olarak lanse ediliyordu.
Şark’ta bunlar yaşanırken, Avrupa’da bambaşka bir algı, savaş makinalarının kustuğu gerçeklikten daha çıplak bir hakikati bağırıyordu. Kudüs düştüğünde Zeytin Dağı’ndaki karargahtan mağlup Türk ve müttefik Alman askerler tası tarağı toplayıp çıkarken, Almanya’da zafer çanları çalıyordu: “Selahaddin yenildi!”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.