İskenderun’un savunması Gazze’den başlar
İsrail’in gerçekleştirdiği katliamın ardından ortaya çıkan kriz, neresinden bakarsanız bakın, dünya siyasetindeki büyük değişimin pratiği. Aktörler, roller, nüfuz alanları, çatışma dinamikleri, ortaklıklar ve rekabetler yeniden şekilleniyor. Varlığına alışmakta hemen herkesin zorlandığı aktörlerin başında Türkiye geliyor.
Olup biteni geçmişin algıları ve modelleri üzerinden okumaya çalışanlar son derece kaygılı. Hükümeti ‘İskenderun’daki terör saldırısına hassasiyet göstermiyor, bir geminin peşine takılıp Türkiye’yi bataklığa sürüklediler’ diye eleştirenler, tam da bu modeli temsil ediyorlar.
Oysa İskenderun’daki saldırıyı ve gemideki katliamı birlikte ele almadan, ikisinin de bu bölgede varlığınıza dönük bir saldırı olduğunu kavramadan bir yere varmak mümkün değil. İki olayın aynı merkez tarafından gerçekleştirildiği yönündeki iddialar elbette dikkat çekici. Ancak daha önemlisi, Türkiye’nin kendi içindeki ve dışındaki gelişmeleri bir ‘bütün’ olarak değerlendirme ve politika üretme alışkanlığı edinmesi.
Henüz kurumsal düzeyde bu alışkanlığı elde ettiğimize dair bir şeyler söylemek için erken olabilir. Ancak krizin başından itibaren Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun gösterdiği kararlı duruş, kurumsal yapıyı dönüştürecek kadar güçlü görünüyor.
***
Başbakan Erdoğan’ın parti grubunda yaptığı konuşma, sadece toplumsal duyarlılıklara değil, aynı zamanda Türkiye’nin gücüne, ‘devlet aklı’na işaret eden bir kurguya sahipti. Yaklaşık bir asır önce üzerine ‘ulus devlet’ gömleği giydirilmiş bir ülkenin, artık bölgesinde ve dünyada yaşananlara sırtını dönmeyeceğinin de ilanıydı.
Türkiye artık bir ulus devlet değildir; doğrusu dün öyle olup olmadığı da hayli kuşkuludur. Bu durumdan ‘bölünme paranoyası’ üretmek mümkündür. Ama tam aksine bu yükselişi ‘bir’ ve ‘bütün’ olarak yola devam etmenin tek yolu olarak görmek de mümkündür. Kendi payıma ikinci şıkkı işaretliyorum.
***
İsrail’in gerçekleştirdiği katliam sonrasında Türkiye’nin gösterdiği tavır bu anlamda bir milattır. Artık yakın coğrafyamızda olup bitenler, bizim için sıradan bir gazete haberi ya da ekranda anlık bir görüntüden ibaret değildir.
Herkesin hoşuna gitmeyebilir. Ancak bu saatten sonra Ankara, bu bölgedeki tüm sıcak gelişmelerin bir şekilde içindedir, olup bitenin bir parçasıdır. Eğer tüm bunların PKK örneğinde olduğu gibi kendisine karşı bir silah olarak kullanılmasını istemiyorsa, gücünü ve nüfuzunu sahici hale getirmek zorundadır.
Kimse geçmişte gölgesinde büyüdüğü ve nüfuz elde ettiği güç merkezlerine bakarak olup biteni değerlendirmesin.
Bu Türkiye, birtakım adamların söylediği gibi birkaç çılgının ve geminin peşine düşüp altından kalkamayacağı sorunlar üreten bir ülke değildir.
Bu Türkiye, dünyada kendisine yeni nüfuz alanları elde eden ve bunların eski sahiplerini ürküten bir ülkedir.
Dahası bu Türkiye, barışa kasteden kim olursa olsun, tepki göstermeyi, hatta çatışmayı göze alabilen bir ülkedir.
Bu yeni duruşu, AK Parti’nin kodlarına bakarak ‘ideolojik’ olarak görmek isteyenler ya da bu yükselişi benzer gerekçelerle mahkum etmeye çalışanlar; ya durumu anlamıyorlar ya da eski nüfuz sahiplerini adına telaş gösteriyorlar.
‘Biz kendi içimizdeki teröre bakalım, bize ne gemiden’ diyenlere, yahut ‘Kendi açlarımız dururken Gazze’yle niye ilgileniyoruz’ gibi akıllara ziyan laflar edenlere iyi bakın.
Onlara Gazze’deki insanlık dramına tepki göstermeyenlerin, İskenderun’u da savunamayacağını anlatın.