Neden olmuyor?
İlan!.. Bizim çok sevdiğimiz bir sözcük bu. Çok sevdiğimiz belli, zira tarih bir şeyin ilan edilmekle gerçekleştiği duygusuna kapılıp ucunu bıraktığımızın örnekleriyle dolu.... Mektep çocuklarına ‘Tanzimatın İlanı, Meşrutiyetin İlanı, Cumhuriyetin İlanı.’ diye okutmuyor muyuz? İlan ettik, amenna, sonra ne oldu? Kem- küm!..
Açılımın başına gelen de biraz böyle..
Boşuna denmemiş ‘Türk gibi başla Alman/ İngiliz gibi bitir’ diye. Heyecanla harekete geçtik, çok güzel şeyler olacağına, canımızı yakan sorunları nihayet çözme yoluna girdiğimize inandık; lakin yeterli fikri, siyasi, askeri, hukuki, mali hazırlık yapmadığımız için işler istediğimiz gibi gitmedi. Büsbütün ümidimizi yitirmedik belki ama hız kestik.
Bilinen hikaye: Waterloo’da İngiliz-Alman ittifakı karşısında uğradığı büyük yenilgiden sonra Napolyon generallerini toplayıp ‘Neden kaybettik’ diye sormuş.. ‘Yüz sebep var’ demiş içlerinden biri. ‘Say!..’ emrini alınca da devam etmiş:
‘Birinci sebep, yeterli barutumuz yoktu!...’ Elini kaldırıp generali susturmuş Napolyon: ‘Tamam gerisini söylemene lüzum kalmadı...’
17. yüzyıldan itibaren tarihimize bakın, göreceksiniz, niyetlendiğimiz bütün yenileşme hamlelerinin aynı kader çizgisini izlediğini göreceksiniz. Değişime asker/sivil bürokrasi ve ulemadan itiraz; idarede kavrayış noksanı,
rehavet ve tereddüt!.. Sonuç malum.
1839’da Tanzimat Fermanı’nı kaleme aldığında Mustafa Reşid Paşa 39 yaşındaydı, Sultan Abdülmecid 16. İkisinin de ne ömürleri ne güçleri yetti başladıkları işin sonunu getirmeye. Hatta adları kötüye çıktı. Tanzimatın ilanının üzerinden 35 sene geçtikten sonra, yani 2. Abdülhamid’in tahta çıkması ve meşrutiyetin ilanına kadar
geçen zaman zarfında, başlangıçtaki hedeflerin üçte biri dahi gerçekleşmemişti.
Ve bu filmi tekrar tekrar Abdülhamid’in saltanatından itibaren cumhuriyet yıllarının bütününde bıkmadan, her defasından sanki finali değişecekmiş gibi onlarca defa seyrettik... Sahneler belli: Niyet, hamle, itiraz, tökezleme, erteleme, hesaplaşma, geri adım, pişmanlık!...
Unutmayın ki, meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi hamlelerinin akim kalmasının gerisinde sadece düşünce farklılıkları, ulvi kaygılar, memleket menfaati v.s. türünden anlaşılabilir gerekçeler değil çoğu zaman son derece süfli sebepler yatar.
Yakın dönemden misal verip zülfiyare dokunmayayım.. Örneğin, Sultan Abdülaziz’e yönelik darbeyi planlayan dörtlü çete o zaman erkanı erbaa deniyordu bunlara- içinde padişahın en ateşli muhalifi Hüseyin Avni Paşa’nın gerçek husumet sebebi, sarayın kalfa kadınlarından biriyle ilişki kurup, aynı zamanda bir cariyeye musallat olduğu için patlak veren rezalet sonrası sadaret görevinden azledilmiş olmasıydı!..
Zannedilenin aksine, geçen yüzyılda yaşadığımız pek çok önemli hadise eşelendiğinde altından, mahiyet olarak farklı olsa da Sultan Aziz örneğindekine benzer adi sebepler; öfke, çekemezlik, maddi menfaat, ikbal hırsı, grup dayanışması v.b. çıkar; muhtemelen hakiki manada ideolojik ayrılık, siyasi kanaat farklılığı, ancak son sıralarda yer alır.
Siyasetin, bürokrasinin, medya ya da iş dünyasının görüşlerini yansıttığına inanılan maruf simalarının, bir konuda kanaatleri sorulduğunda, daha konuşmaya başlarken hangi niyette olduklarını sezmiyor muyuz? ‘Ömer diyeceği
ağzını büzüşünden belliydi’ denilesi hal budur.. Ondan dolayı zaman içinde, mekana, çevreye, havaya tabi olarak değişkenlik gösteren karnından konuşanlar alemine dönüştü cemiyet.
Genelkurmay başkanı emekliliğinde her halde orduevlerinde karşılaşacağı eski silah arkadaşları ve komutanlarını düşünerek, siyasetçi samimi kanaatini ifade etmek yerine beğensin- beğenmesin liderinden aferin almak için, kalem erbabı aydın katına çıkmak ya da oradaki yerini korumak için, bürokrat makamı ya da çalıştığı kurumu korumak için konuşur hale geldi...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.