Hükümet mi devlet mi?
Hatırlanacağı gibi, referandum kampanyası sırasında, ateşkesin sonuç vermesinin bir şartı olarak PKK’nın özerklik başta olmak üzere bazı talepler ortaya atmasına atıfla, muhalefet partileri hükümeti Öcalan’la pazarlık yapmakla suçluyorlardı. Başbakan da bu iddiaya şiddetle karşı çıkıyor ve kendisinin terör örgütüyle görüştüğü iddialarını çirkin bir iftira olarak niteliyordu.
Oysa, son açıklamalar gösteriyor ki, bu konuda hem hükümet hem de CHP fikir değiştirmişe benziyor. Nitekim, birkaç gün önce CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu “terörün bitmesi için” bu tür görüşmelerin yapılabileceğini, devlet tarafından öteden beri de yapılmakta olduğunu ve daha da önemlisi bunu yadırgamadığını söyledi. Hükümet tarafına gelince, Başbakan “hükümet değilse de devletin” PKK ile görüşmesinin normal olduğunu, Adalet Bakanı ise ayrıca devlet birimlerinin bu tür görüşmeleri zaman zaman yaptıklarını açıkladı. Nihayet, Cumhurbaşkanı da Kürt sorununun çözümü için devletin her türlü yöntemi kullanabileceğini söyledi ve “devlet organları”nın PKK ile görüşmesinin normal olduğunu ima etti.
Benim için bütün bunlar sürpriz olmadığı gibi, zaten olması gereken şeylerdir. Öteden beri, başka şeyler yanında, şu veya bu şekilde PKK sürece dahil edilmeden Kürt sorununda barışçı çözümün mümkün olmadığını yazıp söylüyorum. Fakat burada asıl mesele, muhalefetin ve kamuoyunun tepkisinden çekindiği için olsa gerek, hükümetin bu işin sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmasıdır. Bunun demokratik sorumluluk anlayışıyla bağdaşmadığı açık olmakla beraber, Başbakanın, hükümeti PKK ile işbirliği halinde göstermek suretiyle muhalefetin referandumda “hayır” oyu çıkmasını sağlama stratejisi izlediğinden endişe ettiği anlaşılıyor.
Şimdi hükümet, bir bakıma Cumhurbaşkanının ve CHP’nin de cesaretlendirmesiyle, bu işi sahiplenmenin bir yolunu arıyor gibi. Bu konuda tereddüt etmesinin, dediğim gibi, referandum stratejisiyle ilgili bir açıklaması olabilir; ama işin bir de Türkiye’ye özgü “devlet-hükümet” ayrılığı anlayış ve pratiğinden kaynaklanan yanı var. Sanırım, demokratikleşmeden çok sıkça bahsettiğimiz bu dönemde asıl üzerinde durulması gereken de meselenin bu yanı. Çünkü bu, Türkiye’nin cari rejiminin tanımı açısından fevkalâde önemli.
Şöyle ki: Türkiye’de bütün siyasi aktörler -hükümet, cumhurbaşkanı, muhalefet partileri ve tabir caizse “siyasal kamu”- öteden beri “hükümet”le “devlet”i titizlikle ayıran bir dil kullanma alışkanlığındalar. Devleti hükümetin yönettiğine ve -yargı ve yasama dışında- hükümetin sorumluluğu dışında kalan bir “devlet alanı” olamayacağına ilişkin demokratik düşünce bu zihniyete yabancı. Bu zihniyet hükümeti eleştirilebilir bulurken, “devlet”ten derin bir saygıyla söz eder ve onu her türlü eksik-gedikten ve zaaftan beri, kutsal bir varlık olarak tasavvur eder.
Türkiye’de hemen hemen herkesin içselleştirmiş olduğu bir zihniyet olduğu için de, devlet-hükümet ikiliği rejimin gerçek niteliğini yansıtmaktadır. Ben “devlet-hükümet” ikiliğine ilişkin bu durumun demokratik sorumluluk anlayışıyla bağdaşmadığını ve bu arada “devlet adına” yapılan her türlü haksızlık, hukuksuzluk ve kötülüğü meşrulaştırmaya yaradığını yıllardır yazar dururum.
Tekrar Kürt meselesine dönersek: Referanduma kadar söz konusu görüşme trafiği konusunda net bir tavır ortaya koymasının zorluğunu anlıyorum, ama hükümetin hiç değilse ondan sonra sorumluluğu “devlet”e atmaktan vazgeçip bu işin sorumluluğunu doğrudan doğruya kendisi üstlenmelidir. Hükümet bunu yapabilirse, sadece Kürt sorununun çözümü yolunda hatırı sayılır bir adım atmış olmayacak, fakat aynı zamanda rejimin anti-demokratik bir özelliğini tasfiye etme sürecini de böylelikle başlatmış olacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.