Boykot (!)
Yok, efendim, Türkiye karpuz gibi çatladı, Hüt Dağı gibi patladı zırvalarıyla uğraşmayı zekâma yediremeyerek “gerçek” konularla uğraşmaya kararlıyım. Tahtaya “ARAP” yazsanız bunlar “PARA” okur. Zîrâ adam olmaya niyetleri yok! Ama bir noktaya işâret etmeksizin de geçemeyeceğim: Şu “boykot” palavrasına!
Boykot, eğer hür irâdeyle alınmış bir kararsa, tıpkı “evet” veyâ “hayır” gibi makbûl bir politik tercihdir. Ama silah tehdîdiyle insanları oy sandığından uzak tutmaya “boykot” değil KALLEŞLİK, ZORBALIK, NÂMUSSUZLUK, EŞKIYÂLIK derler!!!
Ondan sonra utanmaksızın çıkıp “Biz ‘halkımıza’ hâkimiz!” diye caka satmaksa YALANCILIĞIN, DÜZENBAZLIĞIN ve AHLÂKSIZLIĞIN daniskasıdır!
Bu alçaklıklara tevessül edenlerinse 1982 Anayasası’nı halka benzeri metodlarla kabûl etdiren alçaklardan tıynetçe en ufak farkları dahî yokdur!
Türk dili
“Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi”nde herkes yine birbiriyle Rusça ve “dil içi” simültane tercümanlar vâsıtasıyla bal gibi anlaşmış.
Elem terefiş, mâşallah!
Benim bu konuda hazîn bir tecrübem de vardır:
1990’dan îtibâren “Türkçe konuşan” ülkeler ardarda bağımsızlıklarını îlân ederken ben gazeteci ve televizyoncu olarak Kafkasya ve Ortaasya bölgeleriyle nisbeten sıkı irtibât hâlindeydim. Bağımsızlıkla berâber gündeme gelen en önemli hususlardan biri yeni alfabe meselesiydi. Sonradan Kazakistan ve Kırgızistan, yine Türkiye’nin iz’ansızlığı ve çapsızlığı yüzünden, Kiril harflerinde kaldılar ama o sıralar herkes Latin harfli alfabeye geçişde kararlıydı. Ancak resmen tesbît edilmiş bir alfabe yokdu. Bana söylenen, bu “bağımsız” (!) ülkelerin hiçbir şeyleri bulunmadığı için Türkiye’deki kullanılmış ve ıskartaya çıkarılacak Türk klavyeli daktiloların kendilerine bağışlanmasıydı. Eğer bu yapılmış olsaydı alfabe meselesi pratik olarak kendiliğinden çözümlenmiş olacak ve hepsi bizim şu eksik, yetersiz, ama “hazır” alfabemize doğrudan geçmiş olacaklardı. Ben bunu yine pratik sebeblerden ötürü çok istiyordum. Çünki yaklaşık 110/120 milyonluk bir kitle aynı alfabeyi kullanırsa muhtelif lehçeler arasındaki yakınlaşma da daha sür’atle tamamlanır ve ortaya devâsâ bir yayıncılık alanı çıkabilirdi. Tıpkı İngilizce, İspanyolca, Fransızca ve kısmen Rusça dilleri için olduğu üzere! O yıllar Türkiye’de bir kitab beşbin satdı mı yayıncısıyla yazarı zil takıp göbek atıyordu! Oysa meselâ And Dağları’nda iyi bir roman yazan adamın/kadının eseri iki ay sonra Buenos Aires’den Madrid’e kadar yüzbinler satabiliyordu.
Ben bunu o zamanki Kültür bakanımız olan zâta söyleyince müstehzî bir tebessümle “Tûrancılık”dan hoşlanmadığını belirtdi. Ben de kendisini “yukarıdakine” havâle ederek bir daha yanına yaklaşmadım.
Sonra?
Sonra o ülkelerin her biri ayrı birer alfabe tertîb ederek yollarını bizimkinden ayırdı.
Bizlere ise “bilmemkaç devlet tek millet” sayıklamasıyla mastürbasyon yapmak kaldı.
Daha Âzerbaycan vize muâfiyetini reddediyor!
Moskova’dan icâzet gelmediği için!
Tek milletmiş!