Yüzde 42'yi anlama kılavuzu
Referandum sonuçlarının bölgesel dağılımı Türkiye haritası üzerinde muhalliyeyi zorlayan işlemler yaptırıyor. Akdeniz ve Ege sahil şeridinin tamamen kırmızıya boyandığı buna mukabil ülkenin geri kalanının yeşile veya maviye boyandığı bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu tabloyu, detayına inmeden baz aldığımızda sahil şeridinde hiç AK Partili bulunmadığı veya diğer bölgelerde ise başka partililerin hiç bulunmadığı yönündeki acul değerlendirmeler sağanağına yakalanmış oluyoruz.
Kabul edelim ki, harita üzerindeki bu oluşumun alegorik çağrışımlara fırsat veren bir yanı var. Bir yerde birilerinde kıyılara doğru itilmiş olmak üzerinden bir tür baskı veya mağduriyet söylemine fırsat tanırken başka bir bağlamda sahil şeritlerinin yaşam tarzı üzerinden çağdaşlığına bir delil olarak sunulmasına... Hatta kıyılardan başlayarak Anadolu'ya yayılacak bir siyasi fethin başlangıç aşaması gibi sunuldu CHP lideri tarafından bu durum. Bu benzetmeye bir karşı tepki, aksine CHP'nin kıyılara kadar kovalanmış olduğu ve bu ülkeden tamamen çıkmasına ramak kalmış olduğu şeklinde verildi. Teşbihte hata olmaz tabi.
Bu alegorizm sürdürülecekse, "deniz" ile "yabancılar" arasındaki çağrışımı bence en iyi kuranlardan Etyen Mahçupyan'a kulak vermekte fayda var: "Bu toprakların halkına yabancı muamelesi yapanlar, bizzat o halk tarafından birer 'yerli yabancı' olarak siyasetin kıyısına doğru sürülecekler ve ille de direnirlerse, kimsenin kuşkusu olmasın, belleğimizin karanlıklarına dökülüp gidecekler"
Sahil şeridinin hepsinin "hayır" cephesinde yer alması Başbakanı hareketlendirmiş. "Evet" oyu veren yüzde 58 yerine oy vermeyen yüzde 42'nin derdini anlamak üzere araştırma birimlerini harekete geçirmiş. Bir siyasi parti için bu aslında sıradan bir iş. Kendilerine oy vermeyenlerin neden vermediklerini anlamaya çalışmalarından daha doğal bir iş olamaz. Bunu en çok oyu alan partinin ve sadece o partinin yapıyor olması ise asıl tuhaf olanı. Belki kurulduğundun beri yapılan bütün seçimleri sadece AK Partinin kazanıyor olmasını açıklayan bir durumdur bu.
Oysa diğer partilerin, bilhassa CHP'nin bu sorgulamayı yapmaya çok daha fazla ihtiyacı var. Sahil şeritlerine kadar neden itilmiş olduğunu sorup yeni politikalar üretmesinin vakti geldi geçti çünkü. Üstelik eskiden bir şekilde seçimleri kazanmasa bile ordu veya yargı üzerindeki derin nüfuzu sayesinde iktidardan haksız bir kazanç elde edebiliyordu. Oysa referandum sonrası oluşan yasal zeminde bu nüfuz alanı da iyice daraltılmış oldu.
CHP'nin giderek daha fazla olmak üzere bu araştırmaları yapmaya şiddetle ihtiyacı var. Güçlü bir algı yönetimine ihtiyacı var, doğru, ama algı yönetiminden önce kendine çeki düzen vermesinde fayda var. Hakkınızdaki algıyı, samimiyetinizden ve iyi icraatınızdan daha fazla hiç bir şey düzeltemez. Köklü hiçbir değişiklik yapmadan sadece vaatler ve söylemler üzerinden bir algı yönetimi başarılı olmaz.
Yüzde 42 meselesine gelince. Bu konuda da bilinmesi gereken çok temel birkaç gerçek vardır. Birincisi demokrasi bütün oyları bir partinin tek başına aldığı bir rejimin adı değildir. En mükemmel icraatı yapsanız bile hiçbir zaman oylarını alamayacağınız kesimler olduğunu bilmeniz gerek. Hele bütün oyları, bütün temsil kurumlarını "almak" gibi bir hedefi saplantı haline getirmemek gerekiyor. İkincisi, AK Parti'ye oy vermeyen kesimlerin oy verme davranışının AK Parti'den yana korku veya endişe olduğu efsanesini sorgulamak gerekiyor. Bu insanların seçmen tutumlarını gerçekten korkuları belirliyor olsaydı, iş kolay olurdu. Zaten sekiz yıllık süreç içinde hiçbir korkularını haklı çıkaracak bir gelişme yaşanmamış olduğu halde bu korkuların devamından sorunun "korku" veya "endişe" olmadığını artık anlamak lazım.
İşin aslı siyasetin en temel tabiatıyla ilgilidir ve buna çok fazla takılmamak gerekiyor. Siyasetin tabiatı farklı siyasi pozisyonların bir yerden sonra giderilemeyen varlığıdır. Bu da korku ve endişeden ziyade, sevgi ve nefret, dostluk ve husumet gibi duygular üzerinde daha fazla odaklanmayı gerektiriyor.
İzmir, Trakya veya referandumda hayır oyunun yüksek çıktığı yerlerde insanların muhafazakârlardan korkmasını gerektirecek bir durum sözkonusu değil. Zaten oy dağılımından da anlaşılacağı gibi, orada korkması gereken orada azınlık konumunda olanlardır. Oysa buralarda korku veya endişelerini ifade edenler bu yolla daha ziyade antipatilerini, nefretlerini ifade etmiş oluyorlar. Sahil şeridinde oyların dağılımını büyük ölçüde alınan göçler dolayısıyla Kürt karşıtlığı veya muhafazakâr karşıtlığı belirliyor. Geriye kalanın oyları da büyük ölçüde göçlerle oluşan nüfusun buna verilen cevabı olarak veriliyor. Bu da aslında sahil şeritlerinde farklı olandan korkudan ziyade farklı olana karşı sergilenen korkutucu bir dışlayıcılığı haber veriyor. Üzerinde aslı durulması gereken konu budur ve bu durum ciddi ve etraflı bir analizin ardından köklü bir toplumsal ve siyasi iletişim kampanyasını gerekli kılıyor.