Göç, göç oldu...

Göç, göç oldu...

Gaziantep Üniversitesi'nde Uluslararası Göç Sempozyumundayız. Türkiye'nin ve dünyanın hemen her yanından akademisyen katılımcılarla göç olgusunun yaşadığımız dünyayı ne şekilde ve ne ölçüde belirlediğini konuşuyoruz.

Bir yandan Almanya'ya işçi göçünün 50. yılını geride bırakmışız. Almanlar işçi beklerken ülkelerine insan gelmiş olduğunu epey zaman sonra fark etmişler ama fark edinceye kadar kendi ülkelerinde, yanıbaşlarında ne dramlar ne trajediler yaşandı bilemediler. Bugün bilenler biliyor, bilmeyenler bu insanları ne işçi ne de insan olarak kabullenmek istememeye devam etmek istiyor.

İnsanoğlu özü itibariyle toprağa bağlı değil. Bu onu bilhassa otlardan bitkilerden ayıran bir özelliği. İnsanoğlunun tarihe konu olan işleri yapışı ise neredeyse mutlaka bir yer değiştirmenin akabinde gelmiş. Kendi memleketinde duran insanların tarih yaptığı, tarihe konu olacak işler yaptığı görülmemiş. Ali Şeriati nakletmişti: Arnold Toynbee tarihte bilinen bütün medeniyetlerin bir göçün akabinde, göçmen kuşaklar tarafından kurulduğunu tespit ediyordu.

Bu işin doğasından ileri gelen bir sonuç galiba. Göç eden insanlar kendilerini aşarak kendi kaderlerini ellerine alma temrinlerini yapmış oluyorlar. Göç zorunlu olarak maruz kalınmış bir sürgün değilse, kendi durumunu değerlendirerek alınan bir karara dayanıyorsa başlıbaşına büyük bir iş. Bunu yapan insanlardaki dünyayı değiştirme azmi azımsanacak gibi değildir.

İbn Haldun göçebe insanların dünya karşısındaki bu rahat tavrının nasıl bir değişim ve değiştirme potansiyeli taşıdığına dikkat çekmişti. Kur'an-ı Kerim ise hicret kavramına acziyet durumuna karşı alternatif bir eylem biçimi veya bir varoluş biçimi olarak işaret eder. Acizliği bir kültür olarak benimseyen mustazaflar "nefislerine zulmetmiş" olarak nitelenirken, onların suçu kendilerini aciz bırakan zalimlere veya kendi dışındaki faktörlere atma teşebbüslerine karşılık sorulan soru üzerinde ne kadar durulsa az gelecek bir sorudur: "Allah'ın arzı geniş değil mi?"

Burada göç veya hicret herşeyden önce bir ruh moduna tekabül ediyor. Acziyet ve çaresizliğe karşı insanın yaratılışında her zaman bir çıkış yolunun bulunduğuna dair muhteşem bir işaret: Allah'ın arzı geniş. Allah'ın bu geniş arzı karşısında göç, göç olur. Göçe yol açan sorunlar, darlıklar, sıkıntılar, göçle birlikte insanın hayatından göç olur gider.

Küreselleşme bir bakıma dünyadaki artan hareketliliğin meydan getirdiği yeni bir ufuk, yeni bir sosyal ilişkiler düzeyi. Dünyanın bugün çok hızla değişiyor olması, bu kadar radikal değişimi bu kadar kısa sürede yaşıyor olmamızın bir sebebi de dünyadaki artan hareketlilik. Bu hareketliliğin kaynaştırdığı ufuklardan çok farklı kültürler, çok güçlü fikirler, pratikler ve modeller sadır oluyor.

Türkiye'de de 1950 yılından itibaren başlayan ülke içi göçlerin (kırdan kente, veya kasabadan büyük kente) boyutları gözönünde bulundurulduğunda sosyal değişim kadar siyasi süreçleri de anlamlandırmamız çok daha mümkün görünüyor. 1950 yılında yüzde 25 dolaylarında olan kentli nüfus 60 yıl içinde yüzde 77'e varmış bulunuyor. Nüfusunun yüzde 52'sini 60 yıl gibi kısa bir süre içinde kırlardan kente taşımış, bir o kadarını da farklı noktalar arasında hareketlendirebilmiş çok az ülke vardır.

Bu hareketlilik Türkiye toplumunda bir defa muazzam bir değişim iradesini toplumsallaştırmıştır. Bugün siyasi düzeyde yaşamakta olduğumuz değişim bir bakıma bu toplumsal hareketliliğin bir ürünü. Türkiye'de demokrasi karşıtı güçlerin aynı zamanda göç karşıtı bir tutum da takınmış olmaları çok tesadüf değildir. Çünkü Türkiye'de artan nüfus hareketliliği ile demokratikleşme talebi, iradesi veya gelişmesi arasında doğrusal bir ilişki olmuştur.

Türkiye'nin 90 yılına hakim olmuş olan anlayış göçü hep bir sorun olarak görmüştür. Onu başedilmesi ve hatta bir fırsat olarak görülmesi gereken bir olgu olarak görmek yerine bastırılması, mümkünse geri döndürülmesi gereken bir hastalık olarak görmüştür. O yüzden göçün ürettiği sorunlarla baş etmekte zorlandıkça çözüm için kendisine en kolay yola başvurmuştur: "Hadi gel köyümüze geri dönelim!".

Toplumsal sorunlar becerikli idarecilerin elinde birer fırsattır aynı zamanda. Bu fısatı değerlendirip kalkınma yönünde kullanmak pekala mümkün. Oysa beceriksiz politikacılar bütün sorunları kökten çözmek adına toplumu tam bir hareketsizliğe, durağanlığa mahkum etmeyi tercih ederler. Okullar olmasa Milli Eğitim çok güzel idare edilir, nüfus artmasa ne konut sorunu ne altyapı sorunu ne de sağlık sorunu olur. Kentler sürekli olarak göç almasa planlamasını yapmak çok kolay olur.

Oysa sorunun kaynağı artan nüfus değil bu artan nüfusu yönetmeyi beceremediği halde büyük bir hırsla, tamahla ve iştahla yönetmeye talip olanlardır.

Hem beceriksiz hem herkesten muhteris olunca, hele bir de alavere dalavere yönetme erkini eline geçirince bir ülkenin hiç şansı olmuyor. Bu duruma maruz kalan bir halkın en azından bir ruh halinden başka bir ruh haline behemehal göç etmekten (kendi nefsini değiştirmekten) başka çaresi kalmaz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi