‘Demokrasi’nin ne olduğunu, ancak ‘laik devletliler
Dün Baykal’ı dikkatle dinledim.. Bu dinleyişim, onun buna lâyık olup olmamasından değil, hemen bütün ‘kemalist/laik’lerin düşünce ufkunu da ortaya koyması ve onları da temsil etmesinden dolayı idi.. Kendi dâvasını inançla savunduğu için alkışlamak gerekir; zâten alkışlanıyordu da.. Kafasında kendine göre bir şablon oluşturmuş; onun doğruluğu ötesinde, ‘mutlaklığı’na ve o kalıp değişirse, ‘korkunç bir kaos olacağı’na inanıyor.
Bol bol, ‘şeriat’ten de bahsetti dün, Baykal.. Baykal ve cenahının, ‘şeriat’in korkunç bir ‘öcü’ değil; bir ‘kanun düzeni’ demek olduğunu anlamış olması umulur.. ‘Şeriatin kestiği parmak acımaz.. Parmak acıyacaksa, şeriati değiştiriver, denilemez.. Bırak, şeriat işlesin, parmağın kesilmesi gerekiyorsa, kesilsin..’ diyordu, Baykal..
özünde doğru bir yaklaşım, bu.. çünkü, aslolan, ‘hukuk’tur. Ama, Baykal’ın, (hakk kelimesinin çoğulu olan ve) ‘hukuk’ diye yücelttiği kavram ile, ‘gerçek hukuk’un irtibatı ne?
İslâm’da, hakk’ın ölçüsünde, (müslümanlar için) temel kaynak, ‘Kur’an’ ve Hz. Peygamber (S)’in söz ve uygulamalarıdır. Adâlet anlayışı da buna göre şekillenir. Şeriat de, İslâm ıstılahatında, terminolojisinde, inancın yaptırımlarının kanun maddeleri halinde düzenlenmesinden başka bir şey değildir..
-Baykal’ın deyimiyle-, kendi parmaklarının kesileceğini anlayanlar, şeriat’i, genel kanunî çerçeveyi tarih boyunca hep değiştirmişler ve kendi dayatma ve zorbalıklarına şer’î kılıflar giydirmeye çalışmışlardır. Ama, Baykal’ın kutsadığı son 100 yıla yakın dönemde ve bugün ise, alenen yeni ve milletin yabancısı olduğu bir başka ‘şeriat/kanun düzeni’ kabul edildi, ‘laiklik’ adı altında..
Dünlerde, İslâm şeriati’ni korumak adına ve ‘şeriat elden gidiyor, şeriat isterük..’ diye ortalığı velveleye veren cuhela ve ayak takımından hiç de farklı olmayan bir şekilde, bugün de birileri, bu ‘yeni (laik) şeriat/hukuk sistemi’ni, dinî bir kutsallığa sarmalayarak, ‘Laiklik elden gidiyor, laiklik isterük..’ diye ve neyi istediklerini bile bilmeden savunmaya kalkışmaktadırlar; çağdaş Patrona’lar veya Kabakçı Mustafa’lar rolünde.. Ve buna da, müslüman halkın kutsal saydığı ‘hakk ve adâlet’ kılıflarını giydirerek..
Gerçekte ise, bu; tezgâhlanan zulüm, baskı ve entrikalara ‘hukukun üstünlüğü ve âdâlet’ adını vermek hokkabazlığıdır..
Nitekim dün, Taraf’ta, Y. çongar, ‘Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda geçen yıl meydana gelen gerilim sırasında, bazı generallerin, Anayasa Mahkemesi’ni, 367 konusunda istediğimiz karar çıkmazsa‚ ‘askerî darbe yaparız..’ diye tehdid ettiklerini’ yazdı, inandırıcı argümanlarla.. Ki, o zaman, Anayasa Mahkemesi’ni Baykal da, açıkça ‘367 konusundaki itirazımız kabul görmezse, ülke iç çatışma zeminine sürüklenir..’ diye tehdid etmişti..
Baykal, dün, halkı müslüman başka ülkelerde de seçim yapıldığından, ama bunun demokrasi olamayacağından dem vuruyor, yeni bir demokrasi ölçüsü vermeye çalışıyordu.. Baykal’a göre, ‘yaşatılması gereken, Atatürk Cumhûriyeti’ imiş.. Demokrasi de bunun içinmiş..
O, verdiği bu tarif ve çerçeveye asla dokunulamayacağı inancında.. Bu, onun ‘mutlak ve asla değiştirilemez doğru’su.
Halbuki, demokrasinin temel özelliği, hiçbir ‘mutlak doğru’ diye bir şeyi kabul etmemek, her şeyin değişken olduğunu kabullenmektir.. Ama, Baykal’a göre, ‘atatürkçülük ve laiklik’ ‘mutlak’tır; ona asla dokunulamaz, bir ‘yeni ve resmî din’ gibi.. Ama, milletin dinine dokunulabilir! çünkü, hâlâ, onu dayatmaya çalışıyor milletimize ve ‘millet seçimlerde ne derse desin, iradesi nasıl tecelli ederse etsin, buna mahkûmsunuz..’ demek istiyor.
Bu anlayışla, siz demokrat bile olamazsınız, Deniz Bey.. çünkü, demokrasi’nin temel şartı olan, ‘kesin doğru diye bir şey kabul edilemez.’ ölçüsünü de çiğniyorsunuz.. Eğer demokratlığınızda dürüst iseniz, siz de terkediniz, ‘kesin, mutlak doğru’larınızı!..
*301’i, ‘insana yakışan’ bir şekle dönüştürmek elinizde..
Hükûmet, Meclis’e TCK. 301’e uygun bir kanun tasarısı verdi..
Bu yoldaki çağrılar, çabalar, daha önce de yapıldı.. Ancak, o zamanlar, C. çiçek, ‘Hükûmet içinde ayrı bir hükûmet imiş gibi bir hava vererek’ yaptığı konuşmalarda, bu gibi çağrılara aykırı bir tavır sergilemişti.. Bugün, konunun gündeme onun açıklamasıyla gelmesi, ilginç.. Onun sözlerinden anlaşıldığına göre, ‘türklüğe hakaret’i cezalandıran şimdiki kanundaki ‘türklük’ kavramı, çok muğlak olduğu için, ‘türklüğe’ değil de, ‘Türk Milleti’ne hakaretin cezalandırılması’ için yeni bir kanun yapılmak isteniyor..
İlginçtir, mevcud kanuna rağmen, ‘türklüğe hakaret eden’ bir yunanlı astsubay, evlenmek için geldiği Türkiye’de, Ayvalık’da, daha üç gün önce, ‘kaatil türkler, alçaklar, babamı öldürdünüz..’ demesine rağmen, hakkında hiçbir ‘cezaî takibât’ yapılmaksızın; evvelki gün, sadece ‘yurt dışı’ edilmek tedbiriyle yetinilmiştir.. İllâ, cezalandırılmalıydı demiyorum; ama, bu ‘çifte standartlılık’ niye? Yoksa kanununuz, Türkiye’deki yabancılara işlemez mi?
Asıl üzerinde durulması gereken nokta ise, herhalde, bu maddenin hattâ Batı’lılara da örnek olacak bir düzenleme şeklinde yapılmasıdır..
Meselâ, ‘Herhangi bir milletin, kavmin, kabilenin, etnik topluluğun ve bağlılarının veya herhangi bir dinin veya o dine bağlı olanların aşağılanmasını hedef alan her türlü hakaret ve aşağılamaların cezalandırılacağı’na dair bir düzenleme..
Avrupalılara da örnek olunuz.. Aranızda bu gibi konulara bir müslüman hassasiyetiyle eğilecek kimse yok mu? Siz sadece ‘türk’ kavmini, etnisitesini kanun yoluyla korumaya aldığınızda, başkalarının aşağılanmasına ‘yeşil ışık’ yakmış olacaksınız, zımnen..
Almanya’nın önceki cumhurbaşkanı müteveffâ Johannes Rau, ‘almanlıkla gurur duyulur mu, duyulmaz mı?’ tartışmalarının yapıldığı bir sırada, ‘alman veya başka bir kavimden olmakla övünülmez, çünkü bir kavme mensub olmak, kimsenin elinde değildir. Ancak, insan, insanlığa faydalı hizmetler yapmakla öğünmelidir..’ demişti, filozofça bir yaklaşımla.. Doğru olan da, bu değil mi?
Sırf kanunla düzenlemeler yaparsanız, hukukçular kanunları kendi istedikleri şekilde yorumlamakta pek mâhirdirler; hele de kelime oyunlarına hukukî kılıf giydirmekte..
Nitekim, Hollandalı siyasetçi Wilders’in, İslâm aleyhinde yaptığı (Fitna/Fitne) isimli kısa metrajlı bir film çalışması hakkında, ‘halkın, kamuoyunun tahrik edildiği’ gerekçesiyle Lahey (Den Haag) mahkemesine müracacatta bulunulması üzerine, mahkeme o filmde bile ‘halkın tahrik edilmek istendiği’ne dair delil bulunamadığına hükmediverdi; 7 Nisan günü..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.