Devletin dışındaki zımmiler miyiz?
Lozan’da ülkenin fiziki varlığını kurtarmak için kültürel varlığın feda edildiğini tespit eden Kemalist hariciyeci Gündüz Aktan, laikliğin, alfabe değişikliğinin ve benzer uygulamaların fiziki varlığımızın bize bahşedilmiş olmasının bir bedeli olarak yürürlüğe konulduğuna dikkat çeken ender isimlerin başında geliyordu.
Uygulama safhasında öyle baskılarla karşı karşıya kalındı ki, mesela Ayasofya’nın bir cami olarak varlığını sürdürmesinin Avrupa’nın tazyiki üzerine mümkün olamayacağı anlaşılınca “kiliseye çevrilme riskinin bertaraf edilebilmesi için” müzeye çevrildiği biliniyor.
Özetle kültürel varlığımız mümkün olabildiğince görünür ve konuşulur olmaktan çıkartıldı. Tıpkı “gâvura gâvur demenin yasaklandığı” Tanzimat Fermanı’ndan yıllar sonra İstiklal Harbi’nin kazanılmış olmasının verdiği güç ve moralle Anayasa’ya giren “Türkiye’nin dini, din-i İslam’dır” hükmünün Lozan’ın ardından başlayan süreçte ortadan kaldırılması gibi.
Demek ki Türkiye’de kültürel varlığın minimize edilmesinin temelinde hoyrat bir din düşmanlığı veya laiklik sevdasından çok, devlet mekanizmasının güç kaybının yattığı aşikar.
Üstelik kendinde güç vehmettiğinde kültürel varlığın görünür olma düzeyini yükseltenlerin illa da dindar ekipler olması da gerekmiyor. Çünkü kültürel parametreler doğası gereği siyasetin hiçbir zaman dışında kalmamıştır.
İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra Ayasofya Camii’nin Rumlar tarafından basılıp tepesine haç dikilerek kiliseye çevrilme tehlikesine karşı, caminin Rumlar tarafından basılması halinde dinamitle havaya uçurulup “kafire ram edilmemesi” fikrinin İttihat Terakki üyeleri tarafından kararlaştırıldığı biliniyor.
Cemal Kutay tarafından çıkarılan “Tarih Konuşuyor” dergisinin Ağustos 1964 tarihli 7. sayısında bu olay şöyle anlatılıyor:
“İşte yabancı bayrakların Beyoğlu caddelerinde dalgalandığı o acı günlerde (Ayasofya Camii) üzerinde ihtiraslar kabarmış, minarelerine çan ve kubbesine haç hazırlayanlar olduğu duyulmuştu. Bu tehlike üzerine Karakol Örgütü Reisi Kara Vasıf, örgütten Binbaşı Yenibahçeli Şükrü Bey'i görevlendirdi. Ayasofya Camii'ne karşı herhangi bir tecavüz, silahla karşılanacaktır. Üstün kuvvetlerle hücum karşısında mukavemet kırılacak olursa minarelerine çan ve kubbesine haç takmalarına fırsat vermeden Ayasofya Camii dinamitle berhava edilecektir... Bu azimli ve kat'i kararı karşısında Ayasofya'ya göz dikenler yılmış ve bu tasavvurlarından tamamen sarfınazar etmişlerdir.”
Burada da görüldüğü gibi İttihat Terakki’nin ya da başkaca bir siyasi organizmanın dine olan alerjisi, harici unsurlar karşısında dini bir sembole yüklenmiş bulunan tarihi ve siyasi misyonun üstüne çıkamıyor.
Mesela Ezan, Türkiye’nin Müslüman oluşunun görünür/duyulur bir ifadesinden çok daha öte anlamlar ifade ediyor. Ancak bugün bu anlamların daraltılıyor oluşu bir gerçektir.
Doğrudan doğruya ülkenin siyasi bağımsızlığıyla özdeş hale gelen Ezan’ın Türkiye’de sadece “namaza çağrı vasıtası” olarak görülmesi mümkün değilken, geçmişte ve günümüzde “namaza çağrı vasıtası” olarak kısıtlanması gayretleri olmamış değildir.
Mesela ezanın, tek parti döneminde Türkçe’ye çevrilmesi garabetiyle, bugün “çan seslerine karışan ezan sesleri” söylemiyle hoşgörü saçmalıklarına ram edilmesi mahiyet itibariyle aynıdır.
Bu iki girişim de, kültürel varlığımızın ülkenin bağımsızlığı ve devletin siyasi konumlanışının dışına çıkartılma isteklerine paralel davranışlardır. Bu anlamda kültürel öğeler, bambaşka bir siyasi projenin konusu haline getirilmektedir.
Kültürel varlığın, “etnik ve kültürel kimlikler” tanımı üzerinden ve devlete karşı bir hak talebi mücadelesi temelinde ele alınması halinde, bu varlığın Batı kaynaklı bir emperyalist projenin konusu haline gelmiş olduğu ortaya çıkar.
İşte bugün kültürel varlık denilen değerler bütününün bugün fiziki varlığımızın birer simgesi olmaktan çıkartılması riskiyle karşı karşıyayız. “Bu ülkede Ezan nedir?” sorusuna sağına ve soluna bakmadan “Bağımsızlığımızdır” cevabını veremeyenlerin çoğaldığını görmek, bir başka tespiti zorunlu hale getiriyor.
O da şudur:
Dün fiziki varlığını kurtarmak için kültürel varlığını feda eden Türkiye, şimdi kültürel varlığını yeniden talep ederken bunun bedeli olarak fiziki varlığını ameliyat masasına yatırmak riski veya dayatmasıyla karşı karşıya.
Bu riski gördüğünü iddia eden Kemalist kısırlık, meseleyi “ulus perspektifinden ümmet perspektifine kayıyoruz” feveranıyla anlaması gerekeni yanlış anlama alışkanlığını sürdürürken, söz konusu riski örtbas eden muhafazakar algı ise kültürel, dini taleplerini bugüne kadar vücut bulduğu tarihsel rol ve siyasasının dışında ifade etmeye başladı. Bu talepler neredeyse artık bütünüyle Avrupa Birliği retoriği içinden, Batı modernitesi ve paradigmasına içkinleştirilmiş bir zeminden neşet ediyor.
Böylece Lozan’da fiziki varlığımızı kurtarmak karşılığında feda ettiğimiz kültürel varlık öğelerimizi bugün yeniden kazanmak, Batı karşısında bir mevzi elde etmek olarak değil de, bu öğeleri o gün feda etmek durumunda kalanlara karşı bir mevzi elde etmek olarak algılanıyorsa, o zaman bu kültür öğelerinin tarih ve mekan imgesi ve siyasi aktüel anlamı yok oluyor demektir. Geriye, tıpkı kafasına sepet geçirerek Londra sokaklarında dolaşma hakkını talep eden bir Hindu’nun “UNESCO’nun korunmaya muhtaç kültürler” bahsi içinde sayılmasına denk bir bahtsızlığı paylaşmak kalıyor.
Kürtlerin TRT Şeş “kazanımı” elde ettiği bir mecradan dindarların başörtüsü, namaz vakitlerine göre mesai, Cuma günlerinin tatil edilmesi gibi haklar elde etmeyi ummaları, dindarların o hakları dağıtan devlet organizasyonunun dışında kalmış “zımmiler” durumuna düşmeyi kabul etmeleri anlamına gelir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.