Kalpler parça parça olunca Filistin işgali bitmez
Bir ân bizi kuşatan sosyal realiteden uzaklaşalım. Zihnimizi işgal eden bütün reel politik gerçeklerden, zihnimize hâkim kavramlardan kendimizi soyutlayalım. Bin yıl öncesinin Müslüman dünyasına misafir edelim düşüncemizi.
Bin yıl öncesinin hâkim siyasi, iktisadî ve ictimaî Müslüman atmosferinde uyanalım biraz. Keyifle etrafı temâşa ederken birisi telaşla çıkıp bize gelse. Müslüman dünyanın bin yıl sonrasını anlatan bir kâbus gördüğünü, bu kâbusun gerçek hayatta aklen mümkün olamayacağını söylese. Sonra da gördüklerini bize bir bir anlatsa ve dese ki:
Bin yıl sonrasını gördüm. Gün gelmiş, Müslüman nüfusu 1,2 milyarı aşmıştı. Tarihin hiçbir döneminde olmadıkları kadar sayısal çoğunluğa erişmişlerdi. Dünyanın en zengin yeraltı kaynakları ayaklarının altında yatıyordu. İslâm âleminin her tarafına çil çil câmiler saçılmıştı. Yılda üç milyon insan hac ibâdetini beraber yapacak imkânlara kavuşmuştu. Siyasi atlasta 55 Müslüman ülke boy vermişti.
Ancak 55 Müslüman ülkenin kalb mesafesinde, İslâm’ın kutsal saydığı Mescidi Aksa mübârek etrafıyla beraber işgal edilmişti. Hem de iki bin yıl boyunca horlanmış, itilip kakılmış ve kitle katliamlarına maruz kalmış 1,2 milyarın yanında bir avuç hükmündeki Yahudiler tarafından.
Dünyanın dört bir köşesinden, kendilerine yapılan kitle katliamlarından sorumlu olmayan Müslümanların topraklarına gelip, bir bölümünü işgal ederek devlet kurmuşlardı. O devlete de Yakup Peygamber’in adını vermişlerdi.
Müslümanların gözleri önünde günden güne yeni yerleşim planlarıyla legal olarak çalamadıkları Kudüs topraklarını çalarak, İslâm’ın izini silip Yahudileştiriyorlardı.
Toprağını gasbettikleri Müslümanları, Müslüman coğrafyanın kalbinde küçük bir toprak parçasına sıkıştırmışlardı. Onları karadan, denizden ve havadan muhasara altına alıp dünyanın en büyük açıkhava hapishanesine mecbur etmişlerdi. Giriş çıkışları kontrol altına almışlar, gıda ürünlerinden teknoloji araçlarına, ilaçtan çocuk mamasına varana kadar temel ihtiyaçların girişine gıdım gıdım izin veriyorlardı.
Siviller, en çok da en korunaksız olan küçük bedenler bu kuşatma sebebiyle toprağa düşüyordu. İşgalciler ölüm kusan silahlarıyla istedikleri zamanda istedikleri yerde ve istedikleri kişiye karşı sûikast tertipliyordu. Bu zâlim kuşatmayı kaldırmak uğruna yola çıkan sivil yardım gemilerine uluslararası sularda saldırı yaparak dünyaya katliam nasıl yapılırı öğretiyordu.
Bunlar olurken de Müslüman ülkelerin büyük çoğunluğu gasbçı devleti resmî olarak tanıyalı yıllar olmuştu. Diplomatik ilişkiler kurmuşlar, ticaret başlatmışlardı. Bunu açıkça yapamayanlar da el altından ilişkiler geliştirmişlerdi.
Bize gördüğü kâbusu anlatana; “Evet ben tam da senin gördüğün o kâbusun içinden geliyorum” diyebilir miyiz?
“Bu nasıl mümkün olur, hem 1,2 milyar nüfusunuz ve 55 devletiniz olacak, hem yeryüzünün en zengin kaynaklarına sahip olacaksınız, hem de Müslüman olduğunuzu iddia edeceksiniz? Efendi, git ve benim aklımla alay etme!”, demez mi?
Belki o zaman Allah (c.c)’nün kafirler için söylediği “Tahsebuhum cemi’an ve kulubuhum şette” “Sen onları birlik içinde sanırsın, hâlbuki kalpleri parça parçadır.” (Haşr: 14) âyeti durumumuzu izah etme sadedinde dudaklarımızdan dökülür...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.