Yanaşma
Biz emsal olanlar bilecektir; eskiden yanaşmalar olurdu. Yoksul, gariban ve kimi kimsesi olmayanlar, ağanın ya da nispeten daha varsıl olanların yanında sığıntı gibi bir yer bulabilirlerdi kendilerine. Küçük yerleşim birimlerinde, kırsalda, hiç kimse, aç biilaç bırakılmazdı. Toplum, kimsesizleri sahiplenirdi.
Bazı yerlerde bunlara besleme de dendiği olur. Hâlâ var mı bilmiyorum. Sanırım pek kalmadı. Merak edenler, hatırladığım kadarıyla başrolünü Cüneyt Arkın’ın oynadığı Yanaşma filmini izleyebilirler; bir Yeşilçam klasiğidir.
Yanaşma diye kimseyi küçük görecek değiliz. Buna hakkımız yok. Üstelik yanaşmalık, toplumun kimsesizlere sahip çıkması demekse, -ki bir anlamda öyledir- yararlı değil de diyemeyiz.
Ancak ‘yanaşma’ psikolojisini iyi analiz etmek lazımdır. Yanaşmalar arasından ekmek yediği tekneyi pisleyen nice nankörler çıkmıştır. Bulundukları ortamı mikser gibi karıştıran nicelerine tanık olunmuştur. Fesat kumkumasıdırlar.
Her ne kadar önceki haliyle yanaşmalık pek kalmadıysa da, değişik mutasyonlarına hâlâ yaygın olarak rastlamak mümkündür. Toplumsal olarak yanaşmalık tarih olsa bile, yine de tümden ortadan kalkacağı beklenmemelidir; çünkü bu bir karakterdir, tıynettir.
Aidiyet duygusu, mezara kadar yakasını bırakmaz yanaşmaların. Bulundukları yere ait olmadıklarını bilirler. Bu kendilerine hissettirilir zaten. İşin kötüsü, ait oldukları bir yer de yoktur onların. Zaman zaman hadleri bildirilir. Ağaların kapılarına bağladıkları bir köpekleri vardır, bir de yanaşmaları… Yaranabilirlerse, bulundukları yere ait olabileceklerini düşünürler. Yaranmak için yapmayacakları şaklabanlık, mürailik, cıvıklık, çirkeflik yoktur. Onun için çok tehlikeli olduklarını söylemeye gerek var mı?
Bazen kraldan fazla kralcı olurlar; yaranmak içindir. Bazen belli belirsiz geçmişleri varsa; ki çoğu zaman yoktur, o geçmişlerine sünger çekmekten de çekinmezler, küfretmekten de; yaranmak içindir. Yaranabilirler mi peki? Yaranamadıklarını çevremizden görebiliriz; zira mümkün değildir.
Aşağılanma, horlanma, itilip kakılma, arsızlaştırır onları. Yüzsüzleştirir. Haysiyetleri kırılmıştır, onurları kaybolmuştur. Ne ki bu durum, onların hırslarını kamçılar ancak. Aşırı arsız oldukları kadar, aşırı hırslıdırlar da. İçlerinde müthiş bir kin biriktirirler. Aidiyetsizliklerinden de, kimlik ve kişiliksizliklerinden de, geçmişlerini sorumlu tutarlar. Kinlerini her şeyden ve herkesten daha çok geçmişlerine yöneltirler. Kin kusmak deyimi, sanki onlar için icat edilmiştir.
Kinleriyle birlikte, içlerinde aşağılık kompleksi büyütürler. Bastırmak için neler yapmazlar neler! Başarabilirler mi, başaramazlar!
Aşağılık kompleksi, büyüklük düşmanı yapar onları. İyiye, güzele, büyüğe düşmanlık beslememek ellerinde değildir. Hâla iyinin, hâlâ güzelin, hâlâ doğrunun olabileceğine ihtimal vermezler. Geldikleri yer, -eğer varsa- yer ile yeksan olsun isterler. Oradan herhangi bir güzellik sadır olması çıldırtır. Onların varlığı, kendilerinin kötülüğünü daha görünür kılacaktır çünkü. Sanki meşruiyet zeminleri kaybolacak, haklılıkları kalmayacaktır. Yanaşmalar, kişilikli insanlardan asla haz etmezler; onlarla yüzleşmek asap bozucudur. Bu şuna benzer: Gecenin karanlığında, onların karalığı belli olmaz. Gün doğduğunda, karaları iyice görünür olur; o bakımdan bir yarasalar hoşlanmaz ışıktan, bir de yanaşmalar… Karanlıklara bayılırlar. Karanlıklar, onların karalarını yok etmese de…
Keşke geçmişlerinden utanmaları, hâlâ utanma duygularının varlığına delil olabilseydi. Utanma, arlanma yoktur onlarda. Fırsat düştükçe geçmişlerine sövmeleri, ne denli utanmaz olduklarını ispatlamaya yeter.
Yanaşmanın dini var mıdır bilmiyorum, ama insafının olmadığı kesindir. Baksanıza Hoca’nın zekâsının büyüklüğünü, egosunun büyüklüğüne yorabiliyor. Bre nabekâr! Hoca’daki nefis terbiyesi sen de mi var, ben de mi var!