Türkçe’mizin büyük talihsizliği
1932-1938 yılları arasında, Atatürk’ün üç ayrı dil anlayışı oldu. Atatürk 1932-1934 yılları arasında, dilimize Arapça’dan ve Farsça’dan giren ne kadar kelime varsa, hepsinin ayıklanıp atılmasını istiyordu. “Şey” kelimesini bile yasaklamıştı. Türkçe’miz her gün kan kaybediyordu. Kimse kimseyi anlayamaz hâle gelmişti. Falih Rıfkı Atay, ÇANKAYA isimli eserinde, o tasfiye hareketinden çok şikâyet ediyor. ÇANKAYA‘nın 476. sayfasında diyor ki:
“Arapça olduğu için ‘şey’siz yazıp konuşacaktık. Bir akşam, sofra bittikten sonra, Atatürk, yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti:
-”Dili bir çıkmaza saplamışızdır” dedi. Sonra: “Bırakırlar mı dili bu çıkmazda?
Hayır! Ama ben de bu işi başkalarına bırakmam! Çıkmazdan biz kurtaracağız!” dedi. Dilde tasfiye hareketinden bizzat Atatürk vazgeçti.
1934-1935 yılları arasında, Atatürk, Türkçe’mizde sadeleşme hareketine girişti. Bu dil anlayışı çok doğrudur. Türkçe’miz nefes almaya başladı.
1935-1938 yıllarında Atatürk, Güneş-Dil Teorisine inandı. Bu anlayışın Dil ve Tarih Coğrafya fakültesinde ders olarak okutulmasına emir verdi. İsmet İnönü, 1940 yılında, (Güneş-Dil Teorisinin hiçbir ilmî özelliği olmadığı için) bu derslerin yasaklanmasını istedi.
Dil bizim varlık sebebimizdir; şah damarımızdır. Büyük Cemil Meriç diyor ki: “Kamûsumuza -lügâtımıza- uzanan el namusumuza uzanmış demektir.” Şimdi herkese soruyorum: Kamusumuza neden el uzatıldı/uzatılıyor? Bunun cevabını dosdoğru verenler, parmakla gösterilecek kadar azdır: Cumhuriyetimizin ilânından sonra, devlet hayatımızda çok yetkili olan bazı kimseler, sandılar ki, geri kalışımızın sebebi İslâmiyettir. Onlar, açık açık diyorlardı ki: “Kur’an, 1400 yıl önceye ait bir çöl kanunudur. Baştan sona kadar Muhammed’in eseridir! İslâmiyetten, yani Kur’an-ı kerimden ayrılmadan ilerlememiz mümkün değildir!”
Bu düşüncede olanlar, Kur’an dili olan Arapça’nın da, Türkçe’mizden tamamen çıkarılıp atılmasını istiyorlardı. Bu bakımdan:
1931 yılında, bazı milletvekillerimiz, ilim adamlarımız ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğimiz tarafından hazırlanan, Devlet Matbaasında bastırılan ve 1950 yılına kadar liselerimizde okutulan TARİH kitabının 2. cildinin 89. sayfasında şöyle bir iddiada bulunuyorlardı:
“Muhammed, 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine dâvete başladı.”
Bu kitabın 90. sayfasında diyorlardı ki: “Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir.” Bunlar, dehşet verici bir inkârın ifadeleridir.
1975 yılında basılan PAŞALARIN KAVGASI isimli kitabın 173. sayfasında Kâzım Karabekir Paşanın hâtıratından alınan bir bölüm var. Atatürk, Kâzım Karabekir Paşa’ya diyor ki: “... Dinî ve namusu olanlar kazanamazlar fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir.” Aynı kitabın 159. sayfasında, Atatürk, Karabekir’e diyor ki:
“Evet Karabekir! Arapoğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’anı Türkçe’ye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutturacağım. Ta ki budalalık edip de, aldanmakta devam etmesinler!”
Aynı kitabın 145-146-147. sayfalarında, bizzat, Karabekir Paşanın hatıralarından alınan çok önemli bir bölüm var. Eski başbakanlarımızdan Fethi OKYAR, eski dışişleri bakanlarımızdan Tevfik Rüştü ARAS, büyük bir öfke ile Karabekir Paşa’ya diyorlar ki: “...Türkler, İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar. Ve İslâm kaldıkça da bu halde geri kalmaya mahkûmdurlar!”
Karabekir Paşa, bu görüşlere şiddetle karşı çıkıyor; “Türkler ne dinsiz olurlar ne de Hristiyanlığa geçerler!” diyor. Müzakereler sertleşince Atatürk toplantıyı kapatıyor.
Bâzı kimselerin, laikliği hâlâ İslâm düşmanlığı şeklinde anlamaları ve bin yıldan beri konuşa konuşa tamamen Türkçeleştirdiğimiz Arapça asıllı kelimeleri dilimizden silip atmaya çalışmaları, bir Ebu Leheb öfkesiyle Kur’ana ve Sevgili Peygamberimize yumruk sıkmalarındandır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.