Ufku dolduran eksiklik
Yerler ıslak... Sanki baharın çiği düşmüş geceden. İskeleye doğru koşturmaca bitmiş, denize açılan sokaklar biraz da olsa boşalmış. Kendimi kalabalıkların uğultusundan denizin iyot kokusuna, martıların kanat çırpışına bırakabilirim. İşet o sokak... En sevdiğim denize açılmayan sokak... Başından sonuna yüz metre bile olmayan sokağın sonunu o muhteşem görüntü dolduruyor. Sokakla deniz arasındaki tek engele açılıyorum bu manzarayı her gördüğümde. Denizle arama giriyor ve sanki bir gökkubbe ihtişamındaki cami, kıble tarafından tüm görkemiyle sokağın ufka açılan çıkışı dolduruyor. Sokağı kapatmasına rağmen karartmıyor, çıkmaz sokak imajı hiç vermiyor. Denize açılmadan önce sonsuza açılan bir kapı sanki sokağın girişi...
Birkaç adımda zaten sokağın sonuna geliyor ve hafif eğilmeden geçemeyeceğim avlu kapısından adım atmaya hazırlanıyorum. Bu mütevazı kemerli avlu kapısının hemen bitişiğinde adeta bir gölge gibi sessizce oturan satıcıyı fark ediyorum. Daha önce de rastlamıştım; kağıt mendil satan bir Afrikalı... Muhtemelen Batı Afrikalı, ince yapılı bir zenci... Gülümsediğinde inci gibi dişleri görünüyor sadece. Afrikalılar konusunda yanılmadığımı düşünürüm; olsa olsa Senegallidir ama kesinlikle Gambiyalı değil. Hele hele Somali, Etiyopya gibi Doğu Afrika'dan hiç değil.
Avluya adım atar atmaz budansa da hâlâ görkeminden izler kalan çınar karşılıyor. Kuru dallarının arkasından denize erişiyor gözüm. İskele ile avlu arasındaki yükseklik farkı meydanın karmaşasını yok saymama yardımcı oluyor. Çınar altında bir caminin yitik huzurunu duymak için her şey yerli yerinde...
İskeleye doğru adeta ağan son cemaat mahalli... İstanbul camilerinin hemen hepsinden farklı bir hava veriyor. Çok cesurca öne çıkan saçaklar şadırvan kısmından demir parmaklıklarla ayrılmış. Türbe yeşili boyası (yoksa başka renk mi?) ile bu eserin sadeliğine, estetiğine, vakarına uymayan bir garabet hissediyorum.
Merdivenleri hızla inerek kalabalığa, iskeleye, martılara karışmak yerine aniden sağa dönüp parmaklıkların arkasına geçmek sanki zaman ve mekan ötesine geçer gibi hissetmeme yetiyor. Serin yaz akşamları vapurdan iner inmez biraz zeminden yüksekçe duran son cemaat yerinde namaz kılan insanların telaşlı huzuru yerini başka bir dinginliğe bırakmış. Bu tür mekanlarda görmeye alışık olduğumuz hasırların yerini çoktan fabrika ürünü halılar almış...
Erken saatlerde temizlenmiş havasını veren derli topluluk hissediliyor. Sol tarafımda demir kafesin arkasındaki manzara beni celbetse de şadırvanın, çınarın, yerlerdeki ıslak çiğin, zamanın eskittiği kemerli pencerelerden sızan ışığın yani her şeyin berisinde ve her şeyden beri ol/ama/manın duygusunu hissetmek... Sağ tarafıma bakmıyorum; o mekanik uyarı yazısıyla bir daha muhatap olup her şeyin uçup gitmesini istemiyorum. Biliyorum bir tür kaçış... Yüzleşmekten çekinmesem de şu an tekrar görmek istemiyorum, o profan çağrışımlar yüklü levhayı. "Camimiz kamera ile izlenmektedir."
Teknolojik denetimi yok sayarak sabahın bu saatinde açık cami bulmanın hoşnutluğuyla kapıya yöneldim. Kimseciklerin olmadığını hissediyorum içerde. Ayakkabılarımı çözerken kaçındığım uyarı yazıları tam gözümün önünde sıralandı... Türkçe İngilizce... "Take of your shoues..." İngilizce hatası içine girdiğim havayı bozmaya yetmiyor. Biraz geç kalma pahasına da olsa yolumu değiştirmiştim. Olanca gürültüsü, kaosu, koşturmacası, hatta denizin davetkar serinliğine karşı koyarak demir kafesin berisine geçmiştim bir kere.
Kubbenin altındaki sessizlik, dinginlik, tenhalık...
Üç tarafta yarım kubbesiyle tamamlanmamışlık hissi verse de; tümüyle teslim almıyor, mekana bağlanmaktan kurtarıyor; mekana teslim olmuyorsun. Büyük camilerin ihtişamına karşılık acz duygusunu, tevazuyu ilham ediyor.
Bu eksiklik duygusunu sadece içinde değil dışında, uzaktan baktığımda da hissederim. İki minaresinden birinin diğerine göre daha ince olduğu bir cami bu haliyle de göz okşuyor nedense. Sinan bunu hesaplamadan yapmış olamaz. O estetik ve bütünlük dehası, minarelerden birini neden diğerine göre daha ince yapmıştır?
İşte, merdivenlerden kalabalıklara karışıp en kısa sürede denize kavuşmak için hızla iniyorum. Kıyıdan uzaklaştıkça kubbesi, minaresiyle eksikliğimi hatırlatan muhteşem bütünlüğü kavrıyorum. Denizin serinliğinde martılara simit atan çocuk, az sonra bin bir hesaplar içindeki hayata karışacak büyüklerinin telaşesinden azade, yüzünde tebessümle denize bakıyor.
İşte, güneşin arkadan yükselmesiyle o muhteşem yapının silüeti iyice ortaya çıktı. Biri kalın diğeri ince iki minare, merkezî kubbeyi tamamlayan üç yarım kubbe sürekli eksikliğimizi ihtar etmiyor mu?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.