Fark
Sedat Laçiner bizim gazetenin 24 Şubat târihli nüshasında, “Türkiye’nin Farkı Ne?” başlıklı fevkalâde öğretici ve kuşatıcı bir inceleme yayınladı. Burada diğer İslâmî ülkelerden fark sözkonusu ediliyordu. Bu incelemeye ufak bir katkıda bulunmak istiyorum:
Sünnî İslâmiyet esâs alındığında Türkler bunun Hanefî Mezhebi’ne mensubdurlar. Diğer dört mezheb Şâfiîlik, Mâlikîlik ve Hanbelîlik’dir. Arablar ve Kürdlerin ekserîsi Şâfiîdir.
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe tarafından temelleri atılan Hanefîlik fıkıh ekolünden olanlar îtikad/inanç mezhebi olaraksa Mâtürîdî Mezhebi mensublarıdır. Kurucusu Ebû Mansur Muhammed el Mâtürid’dir. Tasaffuv bağlamında ise Hoca Ahmed-i Yesevî mür’idleridir ki devâmında Mevlânâ ve Yûnus Emre vs. gelir. Her üç imam da Türkdür. Horasanlıdır ama Kılıçdaroğlu gibi değil sâhici Horasanlı. Bu üç imâmın Türk olması muhtemelen, Türk kültürel yapısına daha uygun geldiği için Türkleri onlara bağlamış olabilir.
Bu inanç sistemine göre “irâde-i cüz’iyye” (kısmî irâde, insanoğlunun kısıtlı irâdesi) “irâde-i külliye”den (Allâh’ın irâdesinden) tamâmen ayrıdır. Hanefî Türkler gündelik işlerin Tanrı irâdesiyle değil kulların kendi şahsî irâdeleriyle yürüdüğüne inanırlar. Yüce Tanrı onları başına buyruk bırakmakla kullarının, tâbir-i âmiyânesiyle “adam gibi adam ve hâtun gibi hâtun” olup olmadıklarını sınar. Hanefiyye bu bakımdan “Her insan kendi kaderinin mîmârıdır!” felsefesine dayanan Protestantizm’e daha bir yakındırlar.
Şâfiîlere göreyse herşey Allâh’ın irâdesin
dedir. Bu görüş ve inanış insanları tabii pasifliğe, tembelliğe sevkedebilir. Yâni, nasıl olsa herşey yukarıdakinin elinde olduğuna nazaran ben ne diye tatlı canımı yorayım noktasına getirebilir. Aynı zamanda Selçuklu/Osmanlı/Türk Toplumu’nun bâzı çağlarda akıllara durgunluk veren aktivitesini îzâha da yardımcı olabilir.
Prof. Bernard Lewis, yanlış hatırlamıyorsam “What went wrong?” (inşallah doğru yazmışımdır da İshak Alaton Ağabeyimin yine cinleri tepesine üşüşmez!) evet, bu adlı eserinde Arabların, her başarısızlığa uğrayışlarında ilk iş kabahati “dış mihraklar”a yüklediğini, Türklerinse ilk iş “Biz nerede hatâ işledik de başarılı olamadık?” sualini sorduklarını kaydeder.
Şâfiîlerin Hanefîlerden ayrılan bir başka husûsiyetleri de köpeklere karşı duydukları aşırı tiksintidir. Bizzat Şâfiî kültür dâiresine mensub çok samîmî bir arkadaşımdan öğrenerek neredeyse sırtüstü devrildiğime göre onların îtikâdınca içine lağım suyu karışmış suyla abdest almak bile mümkin, fakat bir köpeğin daha önce iki yudum içdiği suyla abdest almak mekrûh imiş. Bir köpek âşığı olarak sevgili beyaz eldiven patili “kızım” Ayla’dan nasıl böylesine iğrenilebileceğine akıl erdiremiyorum ama Rahmetli Hayrünnisâ Halam zâten bana notunu vermişdi: “Evlâdım, sende akıl olduğunu söyleyenin ben aklına şaşarım!”
Şâfiîlerde evli bir kadınla erkeğin, meselâ kadın erkeğe kahve fincanını uzatırken, elleri birbirine değerse bu bile abdest alınmasını gerektiren bir durummuş.
Bence siz yine Sedat Laçiner’i okuyun!