Fatih Akkaya

Fatih Akkaya

Bu bürokratı hatırladınız mı?

Bu bürokratı hatırladınız mı?

AK Parti iktidarının ilk döneminde gündeme getirdiği YÖK’ün yeniden yapılandırılması çalışmalarında adından en fazla söz edilen bürokrattı “O”.

Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı olarak, Hükümetin sıfır kilometre bir Yükseköğretim Kanunu hazırlanması çalışmalarını “O” koordine ediyordu.

Bu görev ona tevdi edilmişti.

“O” da, o dönem için Türkiye’nin en belalı işi olan yeni bir Yükseköğretim Kanunu hazırlama işinde elini taşın altına koymuştu.

Hiçbir hesap kitap yapmadan, milletin sırtındaki bir kamburdan kurtulmasına için…

YÖK’e neşter vurulmasından rahatsız olan çevreler ve iri medya organlarının haliyle hedefindeki isim “O” olmuştu, yazarların da.

Dönemin Rektörleri, Üniversitelerarası Kurul üyeleri, YÖK Başkanları(Kemal Gürüz / Erdoğan Teziç) Hükümet adına adeta “O”na savaş açmıştı.

Her gün sekiz sütuna çekilmiş manşet ya da onlarca makale ile hükümet adına hırpalandı…

CHP’nin “Bir göz doktorunun Milli Eğitim Bakanlığı’nda ne işi var” savıyla, TBMM kürsüsünden defalarca aşağılandı…

Askerin “irticacı yüksek bürokratlar” listesine koymasıyla, bütün istihbarat daire başkanlıklarına adı bildirildi…

Fişlenmişti yani.

Bulunduğu Bakanlık ve yürüttüğü Yükseköğretim Kanunu çalışmaları sebebiyle, üniversiteler de “O”na kapılarını kapattı…

Kendi anlatımıyla, profesörlük kadrosu için bir buçuk sene bekletildikten sonra ilgili rektörün, “şu bakan-şu müsteşar senin arkadaşın değil mi, onlar beni niye filan hastaneye şef yapmadılarsa ben de sana onun için kadro açmadım” laflarına muhatap oldu…

Profesörlük kadrosu için iki yıl bir vakıf üniversitesinde bedava çalışmak zorunda kaldı...

Yargıtay, tamamen Bakanın tasarrufundaki bir işlem dolayısıyla “Hükümetin adamı” olarak gördüğü için olsa gerek hakkında “altı ay hapis cezası” verdi…

Zamanın Cumhurbaşkanı A.N.Sezer, müsteşar yardımcılığı kararnamesini imzalamadığından, iki buçuk yıl MEB’de düz memur maaşına çalıştı.

Bu süre içerisinde bir taraftan bunlarla mücadele ederken, diğer taraftan YÖK’ün yeniden yapılandırılmasının gerekliliğini bilimsel tezlerle ortaya koymaya gayret etti.

“O”nun adına mücadele ettiği Hükümetten kimi isimler ise “bir takım hesaplarla” taslakta taviz üzerine taviz verilmesine yeşil ışık yakıyordu.

İki arada bir derede bırakılmıştı.

Taslak konjonktüre göre esaslı şekilde kırpıldı.
TBMM’den geçen YÖK Kanun Taslağı, buna rağmen dönemin Cumhurbaşkanı A.N.Sezer tarafından veto edildi.

Yani tüm çabası boşa gitmişti.
Sağlığını boş yere kaybetmişti.
Gerçekçi olmak gerekirse, Hükümet için ise bunun bir önemi yoktu.
Çünkü meydanlarda halktan daha çok oy isteyebilmek için bir “neden” ortaya çıkarmıştı bu süreç.
Nitekim öyle de oldu.
22 Temmuz seçimlerinde AK Parti’nin oylarını yüzde 34’ten 46’ya çıkarmasında YÖK’ün yeniden yapılandırılmasına gücünün yetmemesinin de etkisi vardı.

PROF. DR. ŞABAN ŞİMŞEK, PEKİ ŞİMDİ NE YAPIYOR?

Evet, Prof. Dr. Şaban Şimşek’ten söz ediyorum.

Peki Prof. Şimşek şimdi ne yapıyor?

Şimşek, YÖK Kanun Taslağı onca tavize rağmen yürürlüğü konulamayınca MEB’deki görevinden istifa ederek, Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki göz kliniği şefliği görevine döndü.

O zaman yeni açılmış olan bu hastanenin göz kliniğini kurumsal bir yapıya kavuşturmuştu ki, durup dururken Ankara Hastanesi’ne “sürgün” edildi.

YÖK Kanun Taslağı’nın engellenmesini meydanlarda halka şikayet ederek, oya dönüştürmesini bilen partiden birileri, Şaban Hoca’nın bu yolda aldığı yaralara bir pansuman dahi yapmadıkları gibi…

Mevcut huzuru da elinden aldılar.

Atatürk’te oturacak bir koltuğu vardı, Ankara Hastanesi’nde şimdi o da yok.

Prof. Şimşek, geçtiğimiz hafta Yeni Akit’teki köşesinde “sitem” dolu bir yazı kaleme aldı.

“O” sitem etmesin de kim etsin?

“Şu anda, ‘sapı bizden bir balta tarafından bedeninden koparılmış bir dal gibiyim’ desem yeridir. Saklamıyorum; biyolojim de psikolojim de bu” diyen Şimşek, “sürgünün sebebi” konusunda ise şöyle dedi:

”İşte orası çok kötü; ‘yazıklar olsun’ denecek kadar kötü. İki ayaklı zemin üzerinde yükselen bir sebep söz konusu. Kanımca, zemini oluşturan; son yıllardaki sağlık politikalarına yaptığım (aslında dost acı söyler misali, özde ve uzun vadede yapıcı olan) eleştiriler ve bir süre önce yazmış olduğum ‘Allah Bu Memleketi Cemaatçilikten Korusun, Amin’ adlı makaleler.

Asıl somut sebep ise özellikle bunlardan ikincisi ile yakından ilgili olan bir ‘Klinik şef yardımcısı ataması işlemi!!!’ En azından belli bir süre ayrıntıya girmeyeceğim bu konuda; insanlık adına da Ak Parti’nin adındaki ilk kelime adına da utanç verici çünkü. Şimdilik söyleyeceğim tek şey; Doğu’lu vatandaşlarımızın, güçlülerin zayıflara bile bile haksızlık yaptığı durumlarda kullandığı bir söz: ‘Allah kabul etmesin.’”

Şaban Hoca bir de hatırlatmada bulundu Akit’teki yazısında:

”Unutmayalım: Milletin iktidara, iktidarın da bakanına, bürokratına, memuruna verdiği yetki ancak ve ancak ‘kamu yararına kullanmak üzere’dir. Buradaki ‘kamu’ kelimesinden anlaşılacak olan yine devlet, millet ve insanlarımızdır; bir grup, bir zümre, bir insan, bir cemaat değil. Kişisel egolar ise hiç değil.”

Şaban Hoca’nın hikayesi böyle.
Tanıyorum kendisini, Hükümet adına onca yıpranmışlığa rağmen siyasilerden hiç bir beklentisi olmadı Şaban Hoca’nın.
Birileri gibi yüzsüzlük mü yapmalıydı acaba?
Genlerinde yoksa ne mümkün?
Yapmadı, yapamazdı da.

İktidar partisi milletvekili aday listesini açıkladı.
Ünlerini “Hükümet lehine yazı karalamış olmaktan” alan kimi isimlerin de listeye alınmış olduğunu görüyoruz.
Kimi topçuların da aynı şekilde ilk sıralarda isimleri var...
“Eski ülkücülükleri(ne demekse)”
üzerinden adaylık beklentisi içinde olan bazı isimler de yine AK Parti listesinde yer bulmuş...

Bir Şaban Hoca’nın hikayesine bir de bunlara bakınca insan ister istemez “burada bir haksızlık var” diye düşünüyor.

Sizce de öyle değil mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Akkaya Arşivi