Papağanların "çılgın direnişi"
Onları ilk kez korulukta gördüğümde gözlerime inanamamıştım. Asırlık çam ağacının kurumuş ana dallarından birinin çevresinde onlarca karga adeta mevzilenmişti. Sanki her an hep birlikte saldıracakları avı bekler gibi halleri vardı. Ağacın kuru gövdesindeki oyuktan başını uzattığında kargalarda bir hareketlilik oluştu. Yuvanın etrafında kısa daireler çiziyor garip sesler çıkarıyorlardı. Sonunda rengarenk tüylü iri kuş dışarı çıktı, kargalara fazla aldırışı etmez görünüyordu. Adeta güneşleniyor gibi yuvanın etrafında bekledi. Yuvasına geri döndükten az sonra bir başkası, karakargalara tezat oluşturan rengarenk görüntüsüyle dışarı çıktı... Şaşkınlık ve heyecan adeta teslim aldı. Artık şehir içi sayılacak yerde hayatta kalabilen nadir koruluklarından birinde bu heyecanlı gerilimi seyretmeye koyuldum.
Manzara her anlamda heyecan vericiydi, koruluğun sakinliğini içime çekmek isterken farklı bir heyecan dalgasına kaptırmıştım kendimi. Kargaları ilk gördüğümde Alfred Hitchcock'un Kuşlar filmindeki sahnelere gönderme yapan bu karga kuşatması karşısında az da olsa ürpermedim değil.
Beni asıl heyecanlandıran İstanbul gibi bir yerde bir çift papağanın doğal ortamında ve kargaların tehditkar sesleri altında yaşama mücadelesi veriyor olmasıydı. Kargalar ürperti verse de bir çift papağanı keşfetmek inanılmaz bir haz verdi o an için.
Daha sonraki sabahları işe gitmek için içinden geçtiğim ya da kısa yürüyüş yaptığım zamanlarda gözüm hep o bir çift papağanı aradı. Yaşlı çam ağacındaki yuvalarında arasam da boşuna. Ne güneşlenen papağanlar vardı ne de onlara kuşatma uygulayan Hitchcock'un kuşları ...
Tüm umutlarımı yitirdiğim bir sabah korulukta ansızın karşıma çıktılar... Gayet de neşeli görünüyorlardı. Daldan dala konup uçarken peşlerine takılmış kargalar da yoktu üstelik. Demek ki baltalar gömülmüş, koruluğun yerlisi kargalarla bu yabancı çift arasında barış yapılmıştı.
Nihayetinde koruluktan her geçisimde nerede karşıma çıkacaklarını az çok kestirmeye başladığım bu yabancı çift İstanbul ikliminde bir kış geçirmeyi başardılar. Bir kış geçirmelerine sevinmem sadece iklim şartları ya da karga kuşatması değildi.. İlk başta iklim şartlarına dayanamayabileceklerini düşünsem de asıl sevincim çevredeki kuşatmaya yenik düşmemiş olmalarındandı. Tedirginliğin kaynağı karga kuşatması değildi tabiî ki. İnsan kıyımından elde kalan bu küçük korulukta, alışık olmadıkları doğal ortamda varoluş mücadelesi veren bu rengarenk kuşlar insan tehlikesinden kurtulabilecekler miydi?
Her şeye sahip olmak isteyen, içindeki derinliği yitirmiş insanın iştahası bu iki garip kuşa da çevrilirse? Muhtemelen koruluğun dinginliğini içine çekme lüksü olmayan iştaha henüz benim küçük sabah yürüyüşlerime renk katan muhteşem kuşları keşfetmemişti...
Sadece rengarenk tüylü yabancı kuşlar insan kuşatmasının altında değildi. Üstelik bu tehdit okul kaçkını çocukların haylazlıkları da değildi. Söz gelimi bizzat koruluk kurumsal tehdit altındaydı. Müteahit gözüyle bakıp agzı sulananlar bir yana koruluğa sahip çıkma adına bizzat devlet kurumlarının tasallutuyla karşı karşıyaydı. Nitekim bu kurumsal tehdit nedeniyle koruluğun yeşil ortamında sessizce hayatlarını sürdüren, kirpiler, kablumbağalar teker teker yok olmuştu.. Dahası küçük börböcek cinsini saymam imkansız.
Koruluğu modern bir park haline getirmek için kolları sıvayan belediye, önce doğal bitki örtüsünü hunharca kökünden söktü. Bu tepeye özgü çeşit çeşit otlar ve onlardan yayılan ıtırları kayboldu. Mantarlara, agaçların kozalaklarına, tohumlarına, bir çok hayvana yuvalık yapan bitki örtüsü ortadan kaldırıldı. İstanbul'a özgü bitkilerin kendiliğinden yeşerdiği ortam yapay çim yeşiline feda edildi. Koruluğun zemini dümdüz yapılarak modern görüntü verilmiş oldu... Belediyemiz çalışıyordu ne de olsa.. Böylece çalı çırpının, gümrah otların arasında binlerce yıldır yaşamaya alışmış hayvanların ocağı söndürüldü...
Masa başı projelerle aldığı modern eğitimin hakkını vermek isteyen mühendislerin, peyzajcıların kurbanı oldu güzelim koru. Şimdi her taraf dümdüz, plastik bir yeşil manzarası. İstanbul'a özgü otların kokusundan, renginden, ahenginden eser kalmadı.
Geçenlerde birden agaçların arasından zıplayarak karşıma çıkmalarına sevinmemin nedeni bu yabancı kuşlara duyduğum acıma duygusundan öte, kendi cinsimizle alakalı olduğunu fark ettim birden... Binlerce yıl burada yaşayan hayvanların yuvasını bozabilen, yaşama alanı bırakmayan bu insan oğlunun "estetik katliamı"na karşı bu iki kuşun verdiği varoluş mücadelesi anlamlı geldi bana. Demek hayat devam ediyordu. "Çılgın projelerin" yok edeceği tabiata, çevreye, oluşturacağı muhteşem ranta ve çekeceği milyonlarca yeni göçe rağmen hala umut besleyebiliriz insanlığımıza dair.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.