Demokrasi icat olmadan önce de bebekler yaşıyordu
Geçtiğimiz hafta Türkiye, Samsun’da iki buçuk yaşında bir bebeğin açlıktan
öldüğünü duydu. Ölüm sebebinin açlık olduğunu belirten bir rapor telaşla bazı
resmi ağızlar tarafından yalanlandı, sonra biraz doğrulanır gibi oldu, ancak daha
sonra yeniden yalanlandı. Ölen bebeğin annesinin bir deri bir kemik kalmış
vaziyetini gösteren fotoğraflar ise o aile için açlığın ciddi bir mesele olduğunu
gözler önüne sermeye yetiyordu.
Hadisenin kriminal yönüyle facianın acımasızlığı örtülmeye çalışıldı. Kimi
insanlar hem kurumsal vaziyetleri hem de bireysel vicdani konumları gereği o
bildik soğukkanlı savunma mekanizmalarını işletti.
İki buçuk yaşında bir bebeğin bin türlü imkansızlık yüzünden ölmüş
olması karşısında yapılan bu tür bir kapışma, bu korkunç olayın bu yönüyle
konuşulması sayesinde sıradanlaştırıldı ve iktidarıyla muhalefetiyle siyasi bir
malzeme konumuna çekildi. Çünkü bu herkes için daha kabul edilebilir bir
şeydi.
İnsanların başkası veya kendisiyle alakalı her türden kötülüğü tolere edecek bir
yapıda olması, kötülüğün devamlı suretle dip yapmasına katlı sağlıyor.
Dünyanın kıyameti demek olan ve daha kötüsünün ne olacağı sorusuna cevap
verilemeyen böyle bir olayda bile fevrilikten kaçınmalar, hemen gösterilmeyen
ve sözüm ona akıl süzgecinde bekletilen tepkiler, bastırılan veya saklanan
duygular; kin, öfke, şiddet, intikam, ihtiras, ızdırap, özlem sürekli ama sürekli
birikiyor ve bir ceset soğukluğu sessizce vicdanları işgal ediyor.
Üstelik bu hal, teşvik edildiği ve övüldüğü için, vicdanlar karşılıklı olarak
birbirini besler vaziyette genleşiyor. Zaten her bakımdan karar verici mevkii
olan orta yaşlara doğru insanlar bu duyguları hiç açığa çıkarmadan yaşamayı
öğrenmiş oluyorlar. Zamanın alıştırmalarına direnerek bu duyguları cömertçe
sergileyenleri ise“sistem zararlısı” ilan edip, onun bir “kesin inançlı” olduğunu,
yani saplantılı ve deli olarak kabul edilmesi gerektiğini buyuruyorlar.
İçindeki kin, öfke, şiddet, ihtiras, intikam duygularını ve her türden coşkunluğu
ve içtenliği esaret altında tutan insan, bir bebeğin açlıktan öldüğü haberini
alınca, “annesi bilinçli olsaydı yardım kuruluşlarına gitmeyi akıl ederdi”
şeklindeki buz gibi suçlamalara hayret etmediği gibi bu suçlamalara derhal
iştirak ediyor.
Nasılsa o bebek kendisinin olmadığı için, epey bir zamandır canavarlaştırdığı
mülkiyet motivasyonu da böyle bir durum karşısında elbette harekete
geçmeyecektir.
***
Bebeğin ölümü, o kibirli ve de hastalıklı düşüncesini ispat için kıvranan kimileri
için ise bulunmaz bir fırsata dönüşecektir.
Tıpkı bir muhafazakar televizyon kanalındaki yorumcunun söyledikleri
gibi: “Bu bebeklerin ölmemesi için Türkiye’nin vesayet sisteminden, çetelerden,
Ergenekon’dan; yani mevcut kurulu düzenden kurtulması gerekiyor. Bebeklerin
açlıktan ölmemesi bile bunlara bağlı.”
Liberallerin dümen suyunda dumura uğratılmış bu adamlara bu tür lakırdıları
kimler öğretti dersiniz…
Mehmet Altan’ın hemen her konuşmasında gelişmiş demokrasilerdeki anne-
bebek ölümleriyle Türkiye’deki durumu mukayese ettiğini görmüş, duymuş ve
okumuşsunuzdur.
Ona göre; “liberal demokrasilere ulaşmış bulunan toplumlarda bu tür ölümler
çok nadir olur ve olursa da hesabı çok kötü sorulur. Ancak demokratik
gelişmesini tamamlayamamış Türkiye gibi ülkelerde ise anne ve bebek ölümleri
vaka-i âdiyeden sayılır.”
Altanlar, bu tür örneklemlere nedense hiç “anti demokratik” sayılan Çin, İran
gibi ülkeleri katmaz. Mesela Türkiye’de 60 bin kişi böbrek beklerken, bu
sayının İran’da sıfır olduğunu hiç söylemez. Eski Sovyet ülkelerinde eğitim ve
sağlığa verilen olağanüstü önemin, kapitalist bloka karşı bir ideolojik rekabet
göstergesi ve en önemli propaganda olarak sürekli diri tutulan apaçık bir gerçek
olduğunu hiç görmek istemez.
Bebeklerin yaşayabilmesi için makro ekonomik ve siyasi şartlar koşmak
anlamına gelen bu lafların sahipleri, resmen bebek cesetleri üzerinden siyasi
dayatma yapmaktadırlar. Bu olsa olsa insanlığı bebek ölümleriyle tehdit
etmektir.
Bebekler demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi icat edilmezken de yaşıyordu.
İnsan hakları, çoğulculuk, çevre duyarlığı, bireysel tercih özgürlüğü, Sevan
Nişanyan yalakalığı, Sırrı Süreyya Önder şive-nazlığı, Altan kardeşler
çokbilmişliği yokken de bu gezegen üzerinde bebekler nefes alıyordu.
Aslında bebek cesetleri üzerinden bu türden ideolojik sağlamalarda bulunmak,
temsil edilen kampın salahiyeti için binlerce bebeğin feda edilebilmesinin en
azından zihinsel olarak göze alınabildiğinin en önemli kanıtıdır.
Dostoyevski, Rus toplumundaki “Acımasız Türkler Rus bebeklerini süngülerinin
uçlarına taktılar” türünden hikayeleri analiz ederken, bu hikayelerin her ne
kadar “düşman”a izafe edilmiş ve onun kötülük kapasitesini göstermek için
uydurulmuş gibi gözükse de, aslında insan muhayyilesinin ve vicdanının böylesi
bir vahşeti tahayyül ederek, o insan ya da toplumdaki sınır tanımaz kötülük
potansiyelini açığa çıkardığını yazar. Komşu köy ahalisinin birazdan ellerinde
otomatik silahlarla gelip kundaktaki bebekleri bile öldüreceği varsayımı, aslında
aynı şeyi o köye yapmak isteyenlerin bunu çoktan aklileştirdikleri ve harekete
geçen ilk vahşet ekibi olmak için yanıp tutuştuklarını ispat eder.
Düşmanı kötülemek ve müdafaası yapılan şeyi kaçınılmaz kılmak için
tasarlanan her tür çözümleme (hikaye, masal, film, ekonomik plan, siyasi ütopya
vs.) öncelikle onu tasarlayanın vahşet potansiyelini ele verir.
Hülasa “Liberal demokrasi ve serbest piyasa gelmezse bebekleriniz ölür”
diye diklenen bir kafa yapısı, aslında liberal demokrasiyi ve serbest piyasa
ekonomisini uygulayabilmek için göze almaya hazır olduğu vahşet katsayısını
bilinçaltından kusuyordur.
Resti gördük bayım. Ve fakat bebek varsa pas!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.