Mezarlıkda ıslık çalmak
Türkiye ile, o zamanlar adı henüz Avrupa Topluluğu olan, Avrupa Birliği arasındaki münâsebetlere dâir ilk yazım 10 Kasım 1982 târihini taşıyor: “Üçüncü Cumhûriyet yâhut Kemalizm’in Ölüm Târihi Nedir?”
O günden sonra da dönüp dolanıp hep bu konuya değinmişim.
Son haftalarda “Yeni Osmanlı(cı)lık” konusu mütemâdiyen gündemi işgâl etdiği için görüşlerimi bir kere daha özetlememe müsaade ricâ ediyorum:
Osmanlı İmparatorluğu Cihan Harbi (1914) başlarken, artık ölüm döşeğinde yatan bir hasta olarak bile hâlâ takrîben beş milyon km.2 toprağa sâhib muazzam geniş bir ülkeydi. 1918 Sonbahârı bu imparatorluk târih sahnesinden silinince geriye yine muazzam bir boşluk kaldı. Gerçi Osmanlının çekildiği yerlere İngiltere ve Fransa, kısmen de İtalya yerleşmişdi ama tutunamadıkları, hepsinin yirmi ilâ kırk sene içinde çekilmek zorunda kalmalarından belli oldu. Oysa Türkler bu bölgelerin bâzılarında Selçuklu ve Kölemenlerden beri 800 yılı aşkın süredir kök salmış ve o toplumların şartlarına uygun bir düzen kurmuşdu.
Bizim bugün Ortadoğu’da ve kısmen Balkanlar’la Kafkasya’da yaşadığımız sarsıntılar o 1918 “Depremi”nin ardcılarıdır. Yâni Birinci Cihan Harbi kanaatimce hâlâ sona ermiş değildir. Değildir, zîrâ Batılı müstemlekeciler 1918’den sonra bu bölgede, kasıldı olarak, gayrı-tabii bir düzen, daha doğrusu düzensizlik kurdular. Irak, Sûriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün gibi “masa başı” devletleri bu stratejinin sonucudur. Bu halleriyle “târihî” bir karşılıkları yokdur! Bizim eski Habeş Beğlerbeğilimiz olan Eritre ve Somali nin de yokdur. Yemen bile hâlâ kendini tanımlamakdan âciz şekilde bir bölünsek mi birleşsek mi şamatasıyla savrulup durmakdadır.
İşte Türkiye’yi bütün bu coğrafyada “zarûrî” ve hattâ “vazgeçilmez” kılan husus budur!
Türkiye bütün bu ülkeleri uyumlu bir kültürel, politik ve bilhassa ekonomik berâberlik içinde tutabilecek yegâne güç merkezidir.
Kanaatimce yanlış biçimde “Yeni Osmanlı(cı)lık” olarak nitelenen özellik de aynı şeydir. Dikkatli bakmayınca öyle görünüyor ama tam da öyle değil.
Avrupa’ya gelince, ben onyıllardır Türkiye’nin; ekonomik, kültürel ve hukûkî bağlamlarda Avrupa’ya çok ama çok yakınlaşması gerekdiğini savunurum. Bunun gerekçesi bizde modern bir çoğulcu demokrasi ve hukuk devletine sevkedecek iç dinamiklerin bulunmayışı yolundaki düşüncemdir.
Ancak ben Türkiye ile Brüksel (AB) arasında devletler hukûku anlamında bir bütünleşmenin aleyhindeyim, çünki bu bizleri ergeç dış politikada AB’nin Ortadoğu ve Ortaasya’daki bir “maşası” durumuna getirir endîşesini taşıyorum. Oysa Türkiye’nin “kurgusu” başka! Türkiye bütün bu devâsâ bölgede hiç kimsenin âleti olarak değil sâdece başlıbaşına bir “câzibe merkezi” olarak bir mânâ ifâde eder.
Bugün muhtelif Batı yayın organlarında üstü kapalı tarzda Türkiye’ye “haddini bilmesi ve boyundan büyük işlere yeltenmemesi” yolunda yöneltilen uyarıların altında gizlenen gerçek budur!
Ama bu bana mezarlıkdan geçerken ıslık çalan adamın hikâyesini hatırlatıyor.
Bilmem ki yanılıyor muyum?