Çevre ve Din (2)
Geçen yazımızda İstanbul üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin düzenlemiş olduğu “çevre ve Din” başlıklı uluslararası sempozyumdan bahsetmiş, insanlığı tehdit eden küresel felâketlerin önemli ölçüde insan hataları yüzünden kaynaklandığını söylemiştik. Bu hususu açmamız gerek.
çevre sorunları; modern teknoloji, endüstri, ekonomik gelişmeler, ormanların kaybolması, insan nüfusunun hızla artışı gibi etmenlerle meydana geliyor. Ancak, bu nedenleri zikretmek ve sadece bunlar üzerinde yoğunlaşmak, bizi, sorunun kendiliğinden meydana geldiği yanılgısına götürebilir. Soruna yanlış teşhis konulduğunda, çözüm yollarını tesbit etmek de zorlaşacaktır kuşkusuz.
Yukarıda zikredilen nedenler, karşı karşıya kaldığımız çevre sorununu kısmen açıklar. Hiç yüksünmeden sorunun asıl kaynağının insan olduğunu söylemeliyiz. “Hangi insan?” sorusuna ise, “modern insan” cevabını vereceğim.
Modern insan, modernleşme sürecini iyi organize edebilse, çevresindeki canlı ve cansız varlıklarla dostane ilişkiler kurabilseydi, doğaya daha az zarar verirdi, maalesef bunu başaramadı. Bunu başaramamasının temelinde de, zihin yapısının kutsaldan arındırılmış olması yatmaktadır. Zihin kodları kutsaldan arınınca da temas ettiği çevreyi, okuduğu ve anlamlandırdığı nesneleri “ben merkezli” konuşlandırmış, doğadan maksimum ölçüde yağmalayarak istifade etmeyi varoluşsal hakkı olarak görmüştür.
“Vahşi Doğa” konsepti bu yanılgının bir ürünüdür. Modern zihin, kendi paradigmasını kabullenmeyenleri “barbar” ve dolayısıyla “öteki” telakki ettiği gibi, onu çevreleyen doğayı da “vahşi” ve “öteki” olarak algılamıştır. Kendisine de “uygarlaştırma misyonu”nu biçmiş, bunu da rasyonalite ve bilim adına meşrulaştırmıştır. Bu uygarlaştırma hamlesi bir modern mühendislik projesi olarak, çevreyi inşaa ettiğinden daha çok tahrip etmiştir.
çevre sorunu bir anlamda değerler sorunudur. Modernite yerleşik değerleri yıkınca yerine koca bir “hiç” koymuştur. Değerler çökmeye başlayınca çevreye karşı sorumluluk anlayışı da çökmüş, insan, doğa ile ilişkide her türlü ahlâkî sorumluluktan âzâde olduğunu düşünmeye başlamıştır..
Bu meyanda Seyyid Hüseyin Nasr, “çevre krizlerine karşı İslâmî perspektif” başlıklı makalesinde şöyle demişti:
“Aslında çevre krizine, insanın Allah’ı kendisini kuşatan ve hayatını destekleyen gerçek çevre olarak görmeyi reddetmesi nedeniyle yol açıldığı söylenebilir...” (Zaman Gazetesi: 23 Nisan 2006)
Şu cümleler de Nasr'a âit: “Farklı dinî geleneklerde genellikle tabiatın emanetçisi olarak görülmüş olan insan, artık modern medeniyet sayesinde sahip olduğu rolü değiştirerek, onun tahripçisi haline gelmiştir. Cennet’ten kovulmuş olarak dünyada uyum içerisinde yaşayan bir varlık olmaktan çıkarak kendisini aşağıdan yukarıya yükselmiş olan bir yaratık olarak gören tabiatın en acımasız yağmacısı ve tahripçisi haline gelmiştir.” (Zaman Gazetesi: 24 Nisan 2006)
Hüseyin Nasr'ın ve başka düşünürlerin dillendirdiği bu gerçek, artık daha gür bir sesle gündeme getirilmektedir. Her geçen gün, çevre sorununun modern insanın içinde bulunduğu değerler kriziyle yakînen alakası olduğu daha iyi anlaşılmakta, dünyanın dört tarafındaki konuyla ilgilenen laik düşünürler bile, çözümde, dinlerden istifade edilmesi zarureti üzerine fikirler beyan etmekteler.
çünkü, bu sorunu sadece devletler düzeyinde birtakım anlaşmalarla aşmak mümkün değildir. Problemin özünde insan olduğuna göre, öncelikle milyarlarca insanı sorunun bir parçası olmaktan çıkarıp, çözümün bir parçası kılmak gerekmektedir. Bu da insanları bu anlamda motive edecek dinamikleri harekete geçirmeyi gerekli kılar.
İnsanı hem bu dünya perspektifinden, hem de âhiret perspektifinden motive edecek, ona, kendisini kuşatan canlı va cansız çevreye karşı sorumluluk duygusu yükleyecek, bunu da kanunların zorlamasıyla değil, içten gelen bir aşkla yapabilmesini sağlayacak tek güç dindir.
Bunun sağlanabilmesi için de dinlerin çevre sorunlarının çözümünde aktif rol oynaması gerekmektedir. Ancak o zaman profanlaştırılan doğa ve ona dair tasavvurumuz tedâvi edilebilir.
Tekrar altını çizmek gerekirse, insanoğlu ekolojik dengenin hangi nedenlerle değiştiğinin farkındadır. Bilim, bu nedenleri bildiği gibi alınması gereken önlemleri de öngörmektedir. Buna rağmen gerekli adımların, imkân ve bilgi sorunu olmamasına rağmen, atılamıyor olmasının temelinde insanın bencil yaklaşımı vardır.
İnsanın bu görevi gönüllü üstlenebilmesi için tekrar ahlâkî sorumluluklarına dönmesi gerekir. Bu da modern insanın tekrar dinle barışması gerektiğinin bir elzem olduğunu ortaya koyar.
“Ya seküler ahlâk?” demeyin, zira, milyarlarca insanı onunla harekete geçirmek muhaldir. Aşkın değerlerden arındırılmış bir ahlâk sisteminin bağlayıcılığı ne olabilir ki zaten?!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.