Lübnan’daki Türkiye’yi doğru okumak
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı pazar günü niçin Lübnan’daydı? Bu öyle hafife alınacak, üstünden birkaç satırla geçilecek bir konu değil.
İşin ironik tarafı, kendi içinde ciddi bir cumhurbaşkanlığı krizi yaşayan Türkiye’nin, Lübnan’daki soruna önemli katkı sunması.
önce şu noktayı görelim.
Neredeyse yüzyıldır yaşadığı her sorunda gözünü ya Londra’ya, ya da Washington’a çeviren pekçok ülke için Türkiye, artık bir ‘üçüncü adres’.
Bir başka önemli gelişme, Türkiye’nin sorunlara maruz kalan ülke olmaktan çıkıp ‘müdahil’ ülke konumuna gelmesi.
Artık bir hakkı teslim edelim.
Bütün bunlarda Başbakan Erdoğan’ın verdiği güven ve sahicilik önemli rol oynamıştır. Bölgemizde İran ve İsrail dahil her ülke bir şekilde Türkiye’den beklenti içindeyse bunda Erdoğan’ın rolü gerçekten çok büyük.
Lübnan, 18 aydır cumhurbaşkanı seçemeyen, iç savaş korkusuyla yatıp kalkan bir ülke. öte yandan İran’la ABD arasındaki bilek güreşinin kıyasıya devam ettiği bir yer.
Peki Türkiye’nin Lübnan’daki rolü, ABD’nin başını çektiği ve Fuad Sinyora hükümetinin içinde yeraldığı bloğa destek vermek miydi? Başka bir deyişle İran-Suriye-Hizbullah olarak sayılan muhalefete karşı durmak mıydı?
İkisi de değil. Türkiye’yi güçlü kılan da bu zaten.
Bu çabaları ‘Amerika adına İran’ı frenleme misyonu’ olarak değerlendirmek büyük haksızlık.
Kendisine düşman olarak dayatılan pekçok ilişkiyi, ciddi bir dostluğa dönüştürmeyi başaran Türkiye değil mi?
Yunanistan, Suriye, İran ve daha pekçok örnek. Belki iyi planlanmış bir Ermenistan hamlesiyle tamamlanacak bir süreç bu.
Kapatma davasıyla kim ne planlıyor olursa olsun, Türkiye’nin değişim dinamikleri bu süreçle uyumlu. Coğrafi sınırlarımızın dışındaki dünyayla kurulan yeni ilişkiler, aynı zamanda yeni bir yönetici modelini de ortaya çıkarıyor. AK Parti bunun önemli basamaklarından birisi.
Tüm bölgeyi saracak bir çatışmanın herkesi ne kadar etkileyeceğinin belki de en çok farkında olan ülke Türkiye. İşte bunun için Lübnan, Suriye, İsrail, Filistin, İran ve Irak konusunda oynadığı rol sahici. Dolayısıyla da kendisinden beklentisi olanlar giderek artıyor.
En can sıkıcı olan nokta, etrafımızda derin meşruiyet krizleri yaşayan onca yönetim varken, bizdeki bazı odakların benzer bir durum yaratma çabası.
Oysa Türkiye’yi farklı ve güçlü kılan demokratik tecrübesi ve ‘temsil derinliği’ olan siyasi aktörlere sahip olması.
İçimizdeki bazı çılgınların bunu görmemesi gerçeği değiştirmiyor.
Lübnan sahnesindeki Türkiye’ye iyi bakalım.
Dünyanın bize verdiği önemi, bahşedilmiş bir rolden ibaret görmekten de vazgeçelim.
Bu Türkiye’nin sonuna kadar hak ettiği bir yer.
Neçirvan Barzani’nin yükselişi
Neçirvan Barzani. Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimin önemli isimlerinden.
Kuşkunuz olmasın ki bu ismi giderek daha sık duyacağız. İki nedenle. Birincisi Mesud Barzani liderliğindeki KDP, yavaş yavaş Neçirvan’ın daha fazla öne çıktığı bir yapıya dönüşüyor. İkincisi Türkiye ile ilişkilerin belli bir aşamaya gelmesiyle birlikte Neçirvan Barzani daha dışa dönük ve uluslararası alanda daha etkin bir konuma geldi.
Nitekim bunun bir sonucu olarak ABD’de yaptığı ziyarette yönetimden üst düzeyde ilgi gördü. Başkan Bush’un yanı sıra kilit isim Dick Cheney’le de temaslarda bulundu. Bu arada altını çizelim. Temsilciler Meclisi’nde Amerikan-Kürt Grubu oluşturuldu.
Amerikalı işadamlarıyla görüşmeler yapıldı.
Kuvvetle muhtemel kısa bir süre sonra Neçirvan Barzani Türkiye’de de önemli temaslarda bulunacak. Böylece MGK toplantılarıyla başlayan adımlar devam edecek.
27 Mayıs’a övgü!
Ortalık karıştı, kapatma davası, laiklik elden gidiyor tartışmaları gündemi doldurdu ya.
Pusuda yatan darbeciler 27 Mayıs’ın yıldönümü üzerinden kin kusuyorlar.
Tamam, soğukkanlı olalım. O günlerin perde arkasını doğru dürüst anlamaya çalışalım. Uluslararası dengeleri çözmeye gayret edelim.
Ama bu kadar kepaze bir darbeciliğe de söyleyecek birkaç sözümüz olsun.
Bunlardan bir tanesi, bin türlü rezilliğin altında imzası olan Bedri Baykam, ‘27 Mayıs Coşkusu’ başlığı altında bakın neler yazmış:
‘Tabii ki Menderes ve iki bakanı asılmamalıydı ve bu 27 Mayıs’ı gölgeleyen bir gaftı. Son gün Milli Birlik Komisyonu (MBK) toplantısında bir oy farkla bu karar çıkmasa, ordu içinde yeni bir darbe olabilirdi. İnönü son ana kadar uğraştı, ama idamları durduramadı. Bu yüzden şimdi ‘27 Mayıs’ deyince, o muhteşem özgürlükçü ruh ve 1961 Anayasası yerine, o korkunç idamlar hatırlanıyor.’ (Cumhuriyet)
Milletin seçtiği insanları, yok yere darağacına gönderip katletmek ‘gaf’.
Ama 27 Mayıs’ın ruhu (!) muhteşem özgürlükçü.
Esasen bu satırların iyi bir yanı da var.
çünkü 27 Mayıs’lar ancak Bedri Baykam gibilere yakışır.