ERDAL
Başbakan’ın Kuzey Afrika başarısını, MİT görüşmelerinin muhtevası ve sızdırılmasını herkes yazdı, yazıyor. Ben bu konulara girmeyeyim... Aramızda Erdallar olmazsa bu konuların hiç önemi kalmaz. Bu konular, Erdallar varsa önemlidir. O yüzden, ben size Erdal’ı anlatayım.
¥
Onu 1995 yılının sıcak bir günü, bir Meslek Yüksekokulumuzun açılışında gördüm ilk defa. Başlarda pek yakın ilişkimiz yoktu. İş itibâriyle de yolumuz hiç kesişmemişti. O, Rektörlükte Şube Müdürü olarak çalışıyordu ama onun şubesiyle hiç işim olmamıştı.
Bir süre sonra onu seminerlerde, konferans ve panellerde görmeye başladım. Bir gün de, bizim Bölüm içi seminerimize geldi... O günden sonra her zaman beraber olduk.
1998 yılında Menteşe Grubu oluşurken bir kanaat önderi olarak görev yapmış ve etrafındaki düşünen beyinleri bir araya getirmeye başlamıştı. Kuruluşundan 2 ay sonra ben de Menteşe Grubu’na dâhil oldum. Muğla’nın hesâbîlikten uzak hasbî münevverleri bir araya gelmiş ve fikrî müzakerelerde bulunmaya başlamıştık.
Herkesle çok sıcak ilişkiler kurabilen biri olarak dikkatimi çekmişti o. Her kesimden, her fikirden insanla çok kolay ve etkileyici ilişkileri, Menteşe Grubu’nun en büyük avantajlarından biriydi.
Gençliği Ülkü Ocaklarında geçmiş... O fırtınalı günlerde, fırtına gibi bir delikanlı imiş.
O mülayim, sıcakkanlı, herkesle barışık Erdal, 1980 öncesi, o yılları namluya sürülmüş mermi veya kınından sıyrılmış kılıç gibi yaşamış. Okuldan okula sürülmüş... İzmir’de kitapçılık-kırtasiyecilik yapmış. Sonra memuriyet... Memuriyet hayatında, hiçbir zaman âmirlerinden emir beklememiş; yapılması gerekeni, âmirlerinden önce akıl edip gerçekleştirmiş.
Dünya değişirken o da değişiyordu ve tüm fikirlere açık, gelişme ve genişlemeyi hayat düsturu hâline getirmişti. Fakat fikrî merkezinde devamlı “yerlilik” vardı.
Bir zamanlar, Menteşe Grubu mensupları kendilerini anlatırlar; kendileriyle yüzleşirlerdi. Bu konuşmalar 3-4 saat sürerdi. Bir akşam da o kendisini anlattı...
O akşam yıkıldım...
O, gençliği, hayatı çalınan biri olarak oturuyordu karşımızda... Çalınan hayatına umursamaz bir tebessümle bakması, onu daha da hasbî, daha da güvenilir yapıyordu...
Sonra gün geldi, attı mı mangalda kül bırakmayan insanların korkaklığı sonucu üniversiteden ayrılmak zorunda kaldı ama şehri terk etmedi... Başka bir kuruma geçti... Tabii gene beraberdik.
¥
O, lügatinde “Yok!... Olmaz!...” olmayan biriydi. Bunca yıldır, hiçbir faaliyete, hiçbir teklife ve hiçbir işe “Olmaz!...” dememiştir. En olmaz konuları bile oluruna sokmanın yolunu bulmuştur.
Bir konferansta elektronik bir âlete mi ihtiyaç var?.. Bir konuyu en iyi bilen biri mi lazım?.. Falanca kurum ile bir işiniz mi var?.. Türkiye’nin bilmem neresindeki biri mi söz konusu?.. Gazze-Filistin için yardım mı toplanacak; eylem mi yapılacak?..
O, her sorunu anında halleder...
O, çaresizliği çaresiz bırakan bir insandır...
Fikirle eylemi özdeşleştirmiş bir alperendir o...
Hüzünlü türküye ağlayabilen bir gönül eridir o...
Heyecanla sükûneti dengeleyebilendir o...
Ben dâhil, hepimizin müfrit taraflarımızı törpüleyendir o...
Ve her zaman mazlûmun yanında, dar zamanların insanıdır o...
Evet... Gençliği ve hayatı çalınmış biridir o...
Profesör olmalıydı o... Milletvekili, müsteşar, genel müdür, yüksek bürokrat olmalıydı...
Olmadı... Olamadı... Çünkü taa gençliğinde hayatını çaldılar onun...
Ama olsundu... Değil mi ki o, şimdi bu şehirde hayatını anlamlandırıyor; değerli eşi Müyesser Hanım ve sevgili kızları Elif ve Melike ile nitelikli bir mutluluk yaşıyordu; bu ona yeterdi.
Çalınan hayatına rağmen cefayı vefa ile yoğurmuş; gerçek ile azmi harmanlamış, ümitsizliği defterinden silmiş, bir iman eri ile aynı güneşte ısındığım, aynı yağmurda ıslandığım, aynı soğukta üşüdüğüm için mutluyum.
¥
Bu şehre sığmayan Erdal, 3.200-3.500 tuşla sınırlanmış yazıya hiç sığmaz...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.