Öğretmen kaçırmak, aklını kaçırmak demektir
1990 sonlarına kadar örgüt, değil kaçırmak, öğretmenleri öldürürdü. O meşhur 5 öğretmenin katledilerek şehit edilmesi, hâlâ kamu vicdanında sızlayan yaradır.
Türkiye, öğretmenlerin katledilmesini asla unutmadı ve her hatırlayışta, toplumda büyük bir öfke patlaması yaşanıyor. Türk’üyle Kürd’üyle, büyük bir öfke seli yaşanıyor. Örgüt de bunu fark etmiş olmalı ki, 2000’lerden beri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görev yapan öğretmenlere dokunmuyordu. Son haftalarda, ard arda öğretmenlerin kaçırılması, örgütün strateji değişikliğine gittiğini göstermektedir.
Kaçırılan öğretmenler, genellikle ilkokul öğretmenleri...
Yani, okulu bitirdikten sonra, dağ başlarında, kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde görev yapan öğretmenler...
22-23 yaşlarında da olsalar, her birisinin yollarına halı serilerek karşılanması, her birinin eli öpülesi, her birinin heykeli dikilesi öğretmenler...
Elinde kalem, defter-kitap, beyninde minicik yavrularımızın beyinleri, ufukları ve gelecekleriyle köy şartlarına çabucak alışan öğretmenler...
Bizim köye okul açılmasını hatırlıyorum... 1959-1960 idi. “Köye okul gelecek.” Diyorlardı büyüklerimiz. Ben henüz 3-4 yaşındaydım ve köyümüze, hiç tanımadığımız ama çok önemli biri gelecek zannediyordum. Okulun, çocukların okuma-yazma öğreneceği bir yer olduğunu, rahmetli babam ve arkadaşlarının köy kahvesini okul hâline dönüştürürken çalışmaları esnasında masa, sıra, kara tahta yaparken öğrenmiştim. Asker-öğretmen Necati Önal geldiğinde, köyde bayram havası esmişti... Şayet o okul açılmamış olsaydı, ben şimdi köyde çobandım... O okul açıldı; ağabeyim ve benim için her şey değişti... İkimiz de şimdi üniversitede akademisyeniz. Ve konuşması dinlenen, yazdığı okunan, fikirlerine değer verilen iki Osmancık’lıyız.
Örgütün kaçırdığı öğretmenlerin öğrencilerini düşünüyorum... Türk de olsalar, Kürt de olsalar öğretmenlerini bekleyen çocukları düşünüyorum... Enerji kaynağının kesilmesini, güvenilen dağlara kar yağmasını, umutların sönmesini düşünüyorum... Yöreye salınan korku ile bir daha oralara öğretmenin gitmeyeceğini düşünüyorum... Ne olacak o yavrucaklarımızın halleri!... Çobanlık onların doğal kaderi mi olacak? Dünyaları, köylerini çevreleyen dağlarla mı sınırlı kalacak?... Ufukları sadece köyde üretilen geleneksel kültürden mi ibaret kalacak?
Düşünüyorum da, şayet 1990’dan itibaren oralardaki okullar kapansaydı, bugün üniversitede okuyan binlerce Kürt genci ne yapacaktı?...
Senelerden beri, dersliklerimizde beraber ağladığımız, beraber güldüğümüz ve bilgiyi beraberce üretip paylaştığımız yüzlerce Kürt gencinin âkıbeti ne olacaktı?...
Çok sevgili öğrencilerimiz Ruken, Dilan, Mikail, Evrim, Dilşat, Zafer, Ömer, Servet... Vaktiyle bunların da öğretmenleri öldürülmüş veya kaçırılmış olsaydı ve bir daha oralara öğretmenler gitmeseydi... Ben bu pırlanta gibi gençleri nasıl tanıyacaktım?... Onlarla geleceğin Türkiye’sini nasıl konuşacaktım?... Acının, ıztırabın içinden gelmiş bu gençlerle nasıl derde derman arayacaktım?... Sınıfta Kürtçe mevlid dinlettiğimde, Ahmed-i Hânî’den, Mele Cizirî’den, Fakiye Teyran’dan söz ettiğimde, bu Kürt geçlerinin gözlerinin parladığını nasıl görecektim?...
Şimdi beklenen, öğretmen kaçırmaya en fazla karşı çıkması gerekenler, üniversitelerde okuyan sevgili Kürt gençleridir. Çünkü öğretmensizliğin acısını en fazla onların aileleri tatmıştır. Şayet öğretmen kaçırmalar devam ederse, okuyamayacak olan çocuklar, üniversitelerde okuyan Kürt gençlerinin kardeşidir, yeğenidir, kuzenidir veya komşunun çocuğudur.
İşte bu Kürt çocuklarının geleceğini düşünerek diyorum: “Öğretmen kaçırmak, aklını kaçırmak” gibidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.