Çağa nüfuz edebilen bir fakih
Bugünün dünyasında Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney kültürel anlamda çok keskin çizgilerle ayrışmamaktadır. Küreselleşen dünyada kültürler lokal formlarını belli düzeyde korusalar da, özde, hızla profan liberal Batı kültürüne yaklaşmakta, bu dünyanın sunduğu hayat tarzını internet, tv, film, medya ve profan rol modeller üzerinden kanıksamaktadır.
Bunlar yapılırken adapte edilen küresel yaşam tarzının arkasındaki kutsaldan arındırılmış “dünya görüşü” de ıskalanmaktadır. Kaldı ki sokaktaki insan ideolojilerle pek ilgilenmez, ilgili olması gereken ise, Müslümanca hayatı yenilenen hayat içerisinde sabiteler zemininde üretme sorumluluğunu taşıyan kanaat önderleridir.
Bu bağlamda fakih, Batılı dünya görüşünün üzerine kurulu olduğu paradigmayı anlayıp İslâmî perspektiften onunla hesaplaşmadan, bu dünya görüşünün kendine has ontolojisi ve epistemolojisi zemininde ürettiği, sonrasında da Müslüman hayatına da nüfuz eden pratikleri hakkıyla kavrama şansına sahip olamaz.
Fakih, Batılı ve Müslüman toplumlar arasındaki olguların benzerliğinin ne kadarının özde, ne kadarının da biçimde olduğunu ancak o zaman tesbit edebilir. Fıkıh bir bilimsel disiplin olarak bunu yapmanın imkânlarını sunmaktadır, lâkin bu formasyona hâiz olmayan fakihlerin bunu yapabileceğini söylemek ise fazlasıyla iyimser kaçmaktadır. Hz. Ömer’e (r.a) nisbet edilen; “Câhiliyeyi bilmeyen İslâm’ı da bilmez” sözü bu meyanda çok şey anlatmaktadır.
Profan çağa ait olanı ve Müslüman hayatını ilgilendiren bir meseleyi, bu çağa hakim olan ve olayları yöneten dünya görüşünün bütünlüğü içerisinde anlamak ve anlanlandırmak gerekir. Anlama, tahlil edilen meselenin derinliğini kavrayan bir perspektif; anlamlandırma ise perspektife yön kazandıran bir duruş sahibi olmayı gerektirir. Bir duruş sahibi olmak için de nerede durduğunu, durduğu yerin diğer duraklarla ilişkisini veya ilişkisizliğini çözmeyi işaretler.
Fıkhın sözlükte bir şeyi bilmek, tam anlamak, derinlikli kavramak, ince anlayış anlamlarına geldiğini akılda tuttuğumuzda, bunun sadece nassların ruhunu derinlikli kavramak anlamına gelmediğini söyleyebiliriz. Bunun diğer mütemmim cüzü, hükmün tatbik edileceği vakanın ruhunun da aynı düzeyde bir derinlikle kavranması ihtiyacıdır. Fıkıhtan kasdedilen ince kavrayış sadece mukaddes metinlerle alakalı değil aynı zamanda vaka bilgisini de kapsadığı âşikârdır.
Çünkü fıkıh disiplini kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını öğrenmesinde takip edeceği kâide ve tavırları konu alan bir ilimdir. O zaman lehte ve aleyhte olanın anlaşılmasında muhatap olan şeyin hakikatinin bilinmesi fıkhın öncelikleri arasında olmalı değil midir?
Fıkıh vahye dayanır. Vahyi idrak edecek bir müktesebat elbette elzemdir. Vahiy ise yaşanan hayata indirileceğine göre, yaşanan hayatı hâkim paradigmasıyla algılamak ve neye, ne kadar müdahale etmek gerektiği ölçüsünü iyi ayarlamak gerekmektedir. Şeriat ve vaka bilgisi bir araya gelmeden hayattan kopuk içtihatları ve vahiyden kopuk yorumları asgariye indirmenin imkânı pek yoktur.
Çünkü karşı karşıya kalınan yeni meselelere yön veren öz ıskalanırsa, fakih, kendi gerçekliği içerisinde ama kendi gerçekliğinin üretmediği meseleyi yanlış zeminde ele alacaktır. Bu zeminde hem algı dünyasını şekillendiren klasik fıkıhın çerçevesini zorlayacak hem de meselenin künhüne vâkıf olmadan yanlış anlam yükleme hatasına düşebilecektir.
Zaman zaman nassların bu tür yaklaşıma zorlandığına ve hatta kurban edildiğine tanıklık etmekteyiz. Ancak bunu yapan çağdaş fakih tahlillerinde içine düştüğü anakronik tuhaflığın farkında bile olmuyor. Bu yüzden çağa rengini vuran dünya görüşünü iyi analiz etmeyen bir fakihin üreteceği çözümlerin zaman zaman onu takip edenleri yanlışa sürüklemesi bütün iyi niyetlerine rağmen kaçınılmaz olacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.