Ali Eyvaz

Ali Eyvaz

Bir Brecht’tir İnkılâp

Bir Brecht’tir İnkılâp

Şöyle Doğu’ya dair okkalı bir Batı fragmanıyla başlayalım:

İran, bombeli Hint tarzı saray ve cami kubbelerine sahip, mavi çini renginin
egzotik kahverengi tonlara karıştığı bir ülkedir. Çayhanelerinde mistik acem
mübalağasının şiirsel akşamları davetkâr birer “Leyla”ya dönüşür. Leyla’dan
semaya yükselen nağmeler, önce kübik minarelerin tepelerine, oradan rint
meclislerine ve en sonunda elinde tefle cezbe halinde dönüp duran mecnunların
raksından geçip, şark esanslarıyla buğulanmış dişil ve esmer bir hüzne kendini
bırakmış olanların kalplerine düşer…

Benim için İran hiçbir zaman böyle olmadı. Bu şekilde hissettiğim yer İran değil
Hindistan’dı. İran’a ilk gençlik yıllarımdan bu yana hiç oryantalist bir oburlukla
yaklaşmadım. Çünkü İran, kendi öz realitesi dışında, hayatımı doğrudan
şekillendiren ve tamamen kendi inşa ettiğim bir şeydi; “medine’tül fâzılam”.
Hiçbir faziletli şehre, o şehri zihninde kuran hiç kimse, “insan” denen cüretkâr,
cahil ve zalim mahluku koymaz. Bir şeyin tahayyülü yerine onun somut
gerçekliğine şahit olmak; yani içini görmek, yüzgöz olmak o güzelim zihnî
inşayı tarumar eder.

***

Albay Muammer Kaddafi’yi “evlatlarım” dediği sıçanların linç etmesi
karşısında hakiki bir devrimcinin hissetmesi gerekli olan şey ne ise Tahran’da
da insan mefhumu bakımından hissedilmesi gereken, üç aşağı beş yukarı odur;
keskin bir sızı.

Böyle olunca da bir kavşak noktasına geliyorsunuz her seferinde; ya pişman
itirafçı olmanız gerekiyor, ki milyonlarca insan bu yolu seçip mutlu mesut
yaşamına devam ediyor, ya da niye mağaranın dışından yansıyan cılız ışıkla
yetinmedim de açgözlülük ettim diye dövünmek ve bunun için sadece kendini
suçlamak kalıyor geriye. Ben bunu seçtim.

Üstelik gördüm ki ikinci yolu tercih eden sadece ben değilim. Büyük
harfle başlayan “İnsan”dan umudun tamamen kesildiği raddelerde, hem
de hiç ummadığınız yerlerde ve zamanlarda hayat şaşırtıcı bir biçimde
iyinin ve güzelin başka iyi ve güzellerle önce ortaklaşıp sonra birleştiğini,
dolayısıyla “İnsan”ın aslında hep devam ettiğini ve edeceğini fark ettiriyor.

Bunları bana fark ettiren bahse konu iki kişiyle ilk “mücadeleyi” birlikte
omuzladık. Tahran caddelerinde koşturup İran devrim marşları cd’si ararken,
müzik ve kitapçı esnafından at hırsızı kılıklı heriflerin istihza tavırlarla sırıtarak

ve hele içlerinden birinin o marşlardan birini şebeklik olsun diye mırıldanıp “siz
hala orada mısınız?” küstahlığına maruz kaldığım arkadaşlarımla birlikte,
bu hayasız linç altında debelenmek pahasına, ki özellikle korkusuzluğu
ve dürüstlüğüyle tebarüz etmiş olanımız bu konuda Türkiye’den epey
antrenmanlıydı, orada da haysiyetsiz eyyamcılığa prim vermeyip cd’leri bulmayı
başardık.
Çünkü biz inkılâbı orada burada değil, kendinde arayan dervişlerin meşrebince,
gittiği her yere inkılâp serpiştirenlerdendik.

İran bana işte bunları verdi. Tıpkı yıllar öncesinde buyurgan ama rahim olucu
estetik birer prelütler halinde “bunu seveceksin!” diyerek elime tutuşturulan
poster gibi.

İnkılâp; kalpten gelenin yine kalbe döndüğü ve bu dönüşle her şeyin altüst olup
yeniden inşa olduğu biricik değer. Bu değerin insan ruhunda diri tutulması için
somut gerçekliklere hiç gerek yok. Hatta bu tür kurucu duygulanımlar ancak
bilimdışı ve eldekilerin reddiyle oluşacak bir algı düzeyiyle, ispata tenezzül
edilmeden vücut bulur.

Yoksa gayet lümpen, yılışık, başka türlü bir “devrim” seviyorsunuz demektir.
Sonradan görme, sahte, Sorosyen çapulculuğu “Arap Baharı” adı altında
yutanlar gibi.
Hakiki devrimciler, kendilerine dayatılan beton gibi gerçekliği reddederek
soyutlama yapabilenlerdir. Bütün ideolojiler/özgürleşme disiplinleri böyle
çatılır.
Zira bünyelerinde bu türden bir dert taşıyanlar, o müşterek hissedişle münezzeh
bir âlemi muhteşem hazlarla içlerine çekerler:
“dik başlar, erkek haykırışlarla / göndere, en yukarlara çekiyorlar / en yukarlara
çatlıycak kadar aşkî yüreklerini.”

Lipton sallama çaylarıyla, sırf jöleden mamul tatlısıyla asrilik taslayacağım
derken hafifmeşrepliğe intikal eden ve bu haliyle ne kadar döküldüğünün
farkında bile olmayan çokbilmiş şark kurnazı mekânlardan bir an önce
kurtulmak hissini yaşayanlar, oradan kaçarken beraberlerinde, asıl kendilerine
lazım gelen 1979’u da götürüyorlardı. Halinden memnun olanlar için ise zaten
Allahın her günü sadece birer takvim yaprağıydı.

***

Kimileri bu dünyaya Kautsky gibi “daha ne yapabilirim; yok mu tatmadığım
lezzet, hissetmediğim duygu, önce militanı sonra ihanetçisi olmadığım ideoloji”
diyerek korkunç bir iştahla gelir gider, kimileri ise Bertolt Brecht gibi gönülsüz
ve iddiasız gelir, tek bir şeye takılır ve fakat hiç gitmez.

Arkasına taktıkları takip ve taciz edicilerine rağmen imkansızlıklarla dolu Doğu
Almanya’da kalmakta inat edip, “Hür Dünya”ya ‘demokrasini ve insan haklarını
taliplileri için rulo yapıver, payıma ayırdığını da kendine al’ demeye getiren
Breckt gibi yaptık ve en ortak yanları ABD muhipliği olan muhafazakarlarla
liberallerin tekrarlamaktan pek hoşlandıkları “İran ve Türkiye; rejimleri teknik
bakımdan birbirinden farksız, bu yüzden ikisi de gitmeli” laflarına inat, her
ikisine de Batılı haydutlar nam ve hesabına içerden ve dışarıdan saldıran, üstelik
saldırırken de durmadan kemirenlere nazire olsun diye, İran’dan Türkiye’ye
hıfzedilmiş ve korunmuş tertemiz bir İnkılap’la döndük.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ali Eyvaz Arşivi