Güdülmeyi kabullendikçe, elbette bulunacaktır, güdecek olanlar..
27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’ni yapan ve sonra da kendilerini ‘kurtarıcı’ gibi gösterip, milletin sırtına yıllarca ‘tabiî senatör’ olarak yükleyen Millî Birlik Komitesi üyelerinden Sami Küçük’ün ‘Rumeli'den 27 Mayıs'a: İhtilalin Kaderini Değiştiren Köşk Harekâtı’ ismiyle yeni yayınlanan hâtırâtında dile getirdikleri ve hele, ihtilalcilerden bazılarının bile, ezân’ın arabça aslına uygun olarak okunmasını istemeleriyle ilgili’ ve ‘Laiklik ilkesinden verilen ilk ödün’ diye yorumladığı bölüm daha bir düşündürücü..
Hele, ‘Sol düşünceyi durdurmak için ne yapalım?’ sorusu yöneltilen Cevdet Sunay'ın görüşü daha bir ilginç: ‘İmam Hatipleri çoğaltalım. çünkü üniversitelerde okuyan, çalışan solcular 20 yıl sonra devletin kadrolarını ele geçirecekler ve Türkiye'yi komünist yapacaklar. Bunu durdurmak için imam hatiplere önem verelim, onların yerine bunu getirelim.’ (s. 227)
Ve 3 Haziran günü Baykal, CHP Grubu’nda bağıra-bağıra ilan ediyordu: ‘İslâm’ın en iyi, ülkemizde yaşandığını hem biz, hem yabancılar söylerken..’
Bunlar tabiatiyle hep lûtfedici tavırlar.. İslâm’ın en güzel yaşandığı iddiasından laiklere ne? Kaldı ki, bu iddia doğru ise, bu da, belki sessiz ama, derinden, en iyi direnişlerden birinin de halkımızca sergilenmesi açısından olmalı..
CHP’nin bu ülkede neler yaptığını özetle okumak isteyenlere, Eşref Edib’in ‘CHP ve Din’ isimli kitabını okumalarını tavsiye ederim.. 1960’lardan sonrasında yaşananları ise zâten bizzat yaşadık.. Bay-kal yaşamadı onları.. Müslümanlar direnirken de ‘gövde gösterisi’ veya inad için değil, inançlarının gereğince hareket ettiklerine inanıyorlar ve bir iddia taşımıyorlar ve belki dirençlerinin yetersizliğinden dolayı kendilerine kızıyorlardı.. Böyleyken, o direnişin semereleriyle övünmeyi bile Baykal üstlenmez mi bugün!. Bu ne açıkgözlük böyle! ‘Bu ülkenin komünist olması gerekiyorsa, ona da biz karar veririz; biz burada ne için varız?’ diyen ‘Tek Parti Dönemi’nin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın mantığı..
Ve bu noktada, bir konuyu daha hatırlayalım..
28 Şubat günlerinde İmam- Hatib mekteblerinin başına çorap örmeyi aslî iş edinenlerden birisi olan MGK Gen Sekr. Org. İlhami Kılıç’a bir ünlü hocanın o günlerdeki bir yardımcısı -(geçmiş yıllarda Tempo dergisinde yayınlanan ve yalanlanmayan) bir röportajda anlattığına göre- telefon eder ve (özetle) der ki: ‘Paşam.. (Papa’yla görüşmeden sonra) Patrik de, bizimle görüşmek istiyor.. Bu husustaki emirleriniz..’
General de ‘Sizden; Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için yardım isteyebilirler; siz de onlara, ‘Selanik’te bir İmam- Hatib Okulu açılmasını teklif ediniz.’ (!!) der..
Sözkonusu mekteblerin ülkede kökünü kazımaya çalışanların aynı tipten bir okulun Selanik’te de açılmasını önermesindeki pragmatizm.. Ve, benzeri bir davranış da ‘Paşam, hocamız orada o okulun değil de, bir M. Kemal Enstitüsü’nün açılmasının teklif edilmesini düşünüyor..’ der ve tabiatiyle karşılığında da bir hayranlık ifadesi..
Ege üni. Felsefe Bölümü Başkanı ve Sosyal Bilimler Enst. Md. Prof. Ahmet Arslan’ın Taraf’tan Neşe Düzel’e verdiği ve geçen hafta yayınlanan röportajı okurken, bu kırık-dökük örnekler zihnime sökün ediverdi..
Arslan, ‘Devlet Sünnîliği araç olarak kullanıyor’ diyordu. Elbette onun devlet dediği, devletin üç temel unsurundan sadece birisi olan rejim idi.. Laik rejim..
Ve ekliyordu: ‘Devletin (rejimin) Sünniye hizmet vermesi, devletin o mezhebe inandığını göstermiyor. Sünniliği halkı yönetmek için araç olarak kullanıyor. çevrenin (taşra’nın) iktidara gelmesiyle devlet şimdi Sünnilikle de çatışıyor. Halk daha önce evinde ve mahallesinde dindarlığını sürdürüyordu. çevrenin merkeze gelmesiyle halk mahalleden çıkıyor. Mahalledeki dindar haliyle, kamuya, okula, yargıya, Meclis'e, çankaya'ya girmek istiyor.’ Kabul edilebilecek şey mi bu?
Düzel de röportajın girişinde ‘Anadolu'da şehirler başı bağlı, türbanlı kadınlarla dolu ama biz üniversiteye türbanlı kızlar girecek diye ödümüz kopuyor, hukuk darbeleri düzenliyoruz. Kısacası anlaşılması zor bir fikir ve eylem karmaşası yaşıyoruz..’ diyor ve Arslan’a, ‘Burası gerçekten laik bir ülke mi?‘ diye soruyor ve o da şöyle diyordu:
‘…Türkiye'de laiklik, dinin içinde yaşanan kırılmalar, kavgalar ve farklı dinsel ihtiyaçlar sonucunda ortaya çıkmadı. Türkiye laikliğe hikmet-i hükümet nedeniyle geçti. Yani devlete ilişkin mantıkla ve gerekçelerle laikliğe geçti. Devletin ihtiyacı sonucunda laik olundu. (…) Yoksa, Aleviler'le Sünniler birbirlerine girdi, farklı dinî gruplar çatıştı diye bir ihtiyaçtan çıkmadı laiklik bizde. Biz laikliğe esas olarak ulus-devlet nedeniyle geçtik. (…) Cumhuriyet'i kuranların kafalarında İslâmın modernleşmeye engel olduğu yönünde de düşünceler vardı. (…) Osmanlı'da da, Cumhuriyet'te de dinle ilgili oyunun kurallarını devlet belirledi, halk da bu kuralları kabul etti. Halk devletten sadece adalet dağıtmasını istedi. İktidara ortak olmayı talep etmedi. özgürlük de, eşitlik de istemedi. çünkü iktidar istemeyecek kadar iktidardan uzaktaydı. özgürlük istemeyecek kadar da özgürlüğün farkında değildi. Ama Demokrat Parti'yle birlikte çevre yani halk yavaş yavaş merkeze gelmeye başladı. Aşağıdakiler yukarıya doğru çıkmaya başladı. O zamana dek devletin sadece kendilerine adil davranmasını, baba gibi olmasını isteyenler, birden bire, devletten aynı zamanda güç alabileceklerini fark ettiler. çevrenin merkeze gelmesiyle birlikte, devletten beklenenlerin içine dinle ilgili istekler de girmeye başladı. Oysa o zamana dek dinle ilgili isteklerini, ihtiyaçlarını, kendi aralarında, kendi evlerinde ve mahallelerinde hallediyorlardı.
(…) Diyanet İşleri, yukarıdakiler için. Yukarıdakilerin aşağıdakilere cami, imam gibi hizmetleri vermesi için. Anadolu'daki halk merkeze taşındıkça, iktidara gelmeye başladıkça şunu fark etti. Bugüne kadar kendisine uygulanmış olan sistemi ve yapıyı kendi istediği yönde değiştirebileceğini gördü. ‘Kendi yönetimimizde, bu devletin daha dindar olmasını isteyebiliriz‘ dedi. (…) Halk o zamana kadar devleti kendisine adalet dağıtan, hizmetler veren yukarıdaki siyasi iktidar olarak düşünüyordu. Siyasi iktidarda bir iddiası yoktu. Kendi evinde ve mahallesinde dindarlığını sürdürüyordu. Şimdi ise halk yavaş yavaş mahalleden çıkıyor ve kamuya girmek istiyor. ‘Ben mahallemdeki halimle, eğitim kurumlarına, üniversiteye, yargıya, Meclis'e, çankaya'ya girmek istiyorum‘ diyor. Bugün yaşanan, işte bu kavga. çünkü öbürü de diyor ki, ‘Sen şimdiye kadar böyle bir şey istemezdin. Sana her türlü hizmeti biz verirdik. şimdi ne oldu?’
Evet, kendilerini ‘güdücü‘ olarak görenlerle ‘güdülme‘yi kabul eden veya etmeyenler arası bir kavga.. Hepimiz bu kavgasının neresinde olduğumuzu belirlemeliyiz..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.