Suriye bize ne söylüyor?

Suriye bize ne söylüyor?

Suriye’nin nasıl bir uluslararası hesaplaşma alanı olduğunu sıkça dile getirmeye çalıştım. Herhalde son günlerde ortaya çıkan gelişmeler, bu tezi daha da güçlendiriyor. İsterseniz son birkaç günü başlıklar halinde hatırlayalım.

Önce ABD ve Fransa’nın Şam’a büyükelçilerini tekrar gönderme kararı. Ardından Ürdün’ün Arap Birliği’nin Suriye’ye karşı aldığı yaptırım kararlarından çekildiğini açıklaması. Eş zamanlı olarak Rusya ve Çin’den Suriye ve İran konusunda gelen açıklamalar.

Şu haberi birlikte okuyalım: ‘Çin ordusu komutanlarından Jang Jao Jang, Ulusal Savunma Akademisi’nde yaptığı konuşmada Amerika’nın Ortadoğu bölgesine donanma göndermesiyle birlikte bölgede artan gerilime ilişkin yaptığı değerlendirmede ‘Üçüncü dünya savaşı başlamasına sebep olsa da Çin, İran’ı desteklemekte ve savunmakta tereddüt etmeyecektir’ dedi.’ (yakindoguhaber.com)

Rusya’nın Suriye konusunda başından itibaren gösterdiği duruş da malum. Kabul etmek gerekiyor ki Şam yönetimi, uluslararası arenadaki görüş farklılıklarını ve çatışma alanlarını kendi lehine başarıyla kullandı. Meseleyi Suriye-İran ittifakından ibaret görenlerin en büyük yanılgısı da burada.

Suriye’nin böylesine keskin hesaplaşmalara konu olması, herkesten çok Türkiye’nin bu meseledeki hassasiyetini artırıyor. Türkiye, Esad’ın gitmesi yönündeki düşüncesini aylar önce ifade etti. Ancak gelinen aşamada Şam’daki yönetimin gitmesi ya da dönüşmesi sanıldığından çok daha zor.

Yakın bir tarihe kadar eşi görülmemiş bir azgınlıkla Türkiye’nin bir an önce Suriye’ye müdahalesini savunanlar bile, şimdi ‘Ankara daha temkinli olmalı’ çizgisine gelmiş durumda.

Model değil, tecrübe

Kuşkusuz Türkiye’nin AK Parti iktidarlarıyla ve Tayyip Erdoğan’ın liderliği altında, genel anlamda İslam dünyasında, daha özelde Arap dünyasında ciddi bir itibarı var. Bu itibar sanıldığı gibi sadece popüler algılardan oluşmuyor. Pek çok ülkede AK Parti iktidarıyla ortaya çıkan değişim süreci muazzam bir dikkatle takip ediliyor.

Türkiye’de resmi anlamda hiçbir siyasi aktör şu ana kadar ‘model’ sözünü kullanmadı, doğrusunu söylemek gerekirse iyi de yaptı. Zira siyasi anlamda tecrübenizin dikkate alınmasıyla ‘model’ olmak arasında fersah fersah fark var.

Şu sıralarda Türkiye’de pek çok uluslararası toplantı gerçekleşiyor ve bunların önemli bir bölümü ‘Arap Baharı’ üzerine. Bu zeminlerde ortaya çıkan tepkilerden anlıyoruz ki ‘model’ gibi yaklaşımlar, bırakın sıcak kabul görmeyi, aksine tepki topluyor.

Sahici ve kalıcı olabilmek

Hiç kimsenin Türkiye’nin müthiş enerjisine, her geçen gün yükselen demokratik tecrübesine ve bunların oluşturduğu dönüştürücü güce itirazı yok. Kim ne derse desin, bu önemli ölçüde Türkiye’nin kendi dinamiklerinin eseri olan bir başarı.

Ancak bunu doğru tarif etmek, sınırlarını da abartmadan ortaya koymak gerekiyor. Daha ‘ümmet’ kavramını doğru yazmaktan aciz bir medyayla, bölgesinde olup bitene ilgi gösterme konusunda ısrarla ve inatla direnen zayıf/kırılgan bir entelektüel algıyla, neresinden tutsanız elinizde kalan bir okur-yazar kesimle ne yapıp yapamayacağınızı doğru tarif etmek zorundasınız.

Hızlı başlayıp yolun ortasında sağa sola bakıp durmak gibi kötü bir alışkanlığımız var. ‘Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirmek’ mealindeki sözlere konu olan tarzımızı koruyoruz ne yazık ki.

Oysa bu coğrafyada olup biteni kendi lehimizde yorumlamak, sorunlarını içeriden dışarıya doğru okuyan bir yaklaşımı sahici kılabilmek için daha sabırlı, kalıcı ve derinlikli yaklaşımlara ihtiyacımız var.

Ancak bunu yapabilirsek sert ve hızlı savrulmalar yaşamadan yola devam edebiliriz. Suriye örneği gerçekten bize çok şey söylemiş olmalı şu ana kadar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi