Yılmaz Öztuna

Yılmaz Öztuna

Üç beş kalemi kırık dışında Osmanlı’yı reddeden kalmadı

Üç beş kalemi kırık dışında Osmanlı’yı reddeden kalmadı

7 CİHANA NAM SALMAK YETMEDİ...
İttihatçılar, inkılâpçılar, cumhuriyetçiler adına ne derseniz deyin onlara göre Osmanlı ve Selçuklu’nun Türk tarihinde yeri yoktu. Halbuki Osmanlı, asırlarca dünyanın süper gücü olmakla kalmamış, zalimin korkusu mazlumun hâmisi olmuştur.


İhtilâl, inkılâp, cumhuriyet... Demokrasi çizgisine erişilinceye kadar bu kavramların yerleşmesi büyük sarsıntılar gerektirir. Gerçi Türk inkılâbı, Fransız, Rus, Çin ihtilâlleri derecesinde kanlı geçmedi, o derecede radikalizme sapmadı, o kadar inkârcı olmadı. Fakat imparatorluktan cumhuriyete geçişimiz epey sarsıntılıdır.
Yeni rejimi yerleştirmek için, eskisini kötülemek, küçük düşürmek, kabilse silmek gerekir. 27 Mayıs’a bakarsanız Demokrat Parti ve Menderes, 12 Mart’a bakarsanız Adalet Partisi ve Demirel kötüden başka bir şey yapmamışlardır! 27 Mayıs binlerce yetişmiş subayımızı, 12 Eylül binlerce yetişmiş politikacımızı harcadı. İhtilâller ve darbeler, tecrübeli insan kıyımıdır. 1908’den sonra Osmanlı’nın sivil ve asker kadrosu, Devlet hayatından uzaklaştırılmış, yönetim, imparatorluk san’atını öğrenememiş acemilerin eline geçmiş, yıkım, kaçınılmaz olmuştur.
Cumhuriyet rejimini yerleştirmek ve kökleştirmek için yapılanlar, Fransız Büyük İhtilâli’nde monarşiden cumhuriyete geçerken yapılanlara benzer, sadece o kadar kanlı geçmemiştir. Fransa’da yıkılmak istenen hanedan, Hıristiyan ve Avrupa tarihinin en büyük hanedanı idi, Fransa’nın kurucusu idi. 16. Louis gibi politikadan fazla anlamayan, fakat çok dürüst bir kral, vatan hainliği ile itham ve idam edildi. Aynı itham, Türk ve İslâm tarihinin en büyük hanedanının son hükümdarı olan Sultan Vahîdeddîn’e karşı da yapıldı. Bu bakımdan 16. Louis’ye benzer.

ONLARA GÖRE OSMANLI HAİNDİ
Cumhuriyet ideolojisi, Türk’ü, tarihin en büyük milleti olarak kabul ediyordu. 1913-18 İttihatçı rejimi gibi dehşetli milliyetçi idi. Eskiyi kötülemek için her şey yazılıyordu: “Bu büyük milleti Osmanlı felâkete götürmüştü. Osmanlı gerici, tutucu, ıslah kabul etmez, akılsız, hain, dejenere, adam yetiştirmemiş, adam olmaya yeteneksizdi! Türk’ü küçük görmüş, kökenlerinden koparmış, perişan ve mahvetmişti! Osmanlı kültürü çağ dışı idi!”
“Her padişah bir uçak yaptırsaydı, cumhuriyete 40 uçak sahibi olarak girerdik.” (Bu cümle bendenize ait değildir, M. Turhan Tan’ın 1930’larda Cumhuriyet gazetesindeki bir köşe yazısından alıntıdır)!!! “Bu padişahlar, hain adamlardı! Milleti sömürmüşlerdi! Esasen monarşi kötü bir rejimdi!”
Bu suretle İttihatçılar’ın İkinci Abdülhamid’e yaptıkları iftiralar, bütün hâkan-halifelerimize teşmil ediliyordu. Yeni rejimin çılgınlık dönemi idi. Milliyetçi bir yazarımız, çok okunan bir tarihî romanda, Fâtih’e tokat attırdı! Sultan İbrahim’in adının başına Deli diye bir sıfat kondu ki Osmanlı tarihinde böyle bir sıfat meçhuldür. Bir milliyetçi şairimiz, bir piyesinde, Yıldırım Bayezid’e hakaret etti ve Timur’u Osmanlı hükümdarını alçalttığı için alkışladı. Yavuz ve Kaanûni’nin yeteneksiz adamlar olduğu üzerine yazılar yazıldı. Bugünkü kuşaklar bunları bilmez...

KIZILDERİLİ TÜRK’TÜR KOMEDİSİ
Osmanlı ve bir dereceye kadar Selçuklu ayaklarımızın altından çekilince geriye gene epey azametli bir tarih kalıyordu. Yeni rejim, Türk’ü doğrudan o tarihe, Orta Asya’ya bağladı. Ama Selçuklu ve Osmanlı, Orta Asya’dan alacağını almış ve Türk kültürünü en rafine hâle getirmişti. Elbette Orta Asya ile hiçbir zaman kopamaz bağlarımız vardı. Ancak cumhuriyeti Orta Asya’dan gelerek kurmamıştık ki... Osmanlı boşluğu Kızılderililer, Sümerler, Hititler, Truvalılar, Etrüskler ve emsali bize yabancı kavimlerin Türk oldukları iddia edilerek doldurulmaya çalışıldı. Ne boş gayret. İlme oturmayan hiçbir iddianın sonu yoktur. Gerçek, güneş gibi parlar ve eninde sonunda kendini gösterir.

MENDERES’İN YOBAZ VEKİLİ
En fazla Osmanoğulları’na vuruldu. Hanedan dehşetli küçümsendi. 1924’ten sonra ortadan kalkmış, hiçbir ferdi yaşamıyor farz edildi. Son Halife İkinci Abdülmecid’in cenazesi, 1944’te ölümünden itibaren 10 yıl Paris’te bekletildi. Babası Sultan Abdülaziz’in Cağaloğlu’ndaki Türbe’de yanına gömülmesine izin verilmedi. Adnan Menderes, inkılâp yobazlarının yaygarasına meydan vermeden cenazenin getirilmesini istedi. TBMM dilekçe komisyonunda merhum halifenin kızının dilekçesi, belirli bir süre içinde bir milletvekili itiraz etmezse, otomatik olarak kabul edilmiş sayılıyordu. Menderes’in kendi partisinden bir milletvekili, son gün itiraz imzasını attı. Halife, 10 yıl sonra Hicaz’a götürüldü, oranın âdetlerine göre yazıt konmaksızın kumlara gömüldü. Osmanlı fobisi bu derece idi...
Bu durum, Türkiye’deki millî kültür erozyonunun en büyük sebebidir. Fransız ve Rus da ihtilâlini yapmış, monarşiden cumhuriyete geçmişti ama milli kültürü ile bağlarını böylesine koparmamıştı. 1950’de gelen demokrasi, bu çarpıklığı gören ve artık resmî ideolojiden o derecede korkmayan insanları harekete getirdi. Bizzat Başbakan Menderes, inkılâplarımızı, halka mal olmuş inkılâplar ve halka mal olmamış inkılâplar diye ikiye bölmeye kalkınca kıyamet koptu. İnkılâp yobazları 1961’de bu cümlenin öcünü aldılar...

ZAVALLI ITRİ’DEN NE İSTEDİNİZ!
Yeni Kuşak, Osmanlı hakkında kendisine okutulanlardan şüphelenmeye, hiç olmazsa yetersiz bulmaya başladı. Yobazlık o derece idi ki, 1970 yılında bile Devlet Konser Salonu’nda Itrî konseri verilmesi, cumhurbaşkanına başvurularak önlendi. Devlet Konser Salonu’na musikimizi sokan Nevzad Atlığ’dır. Salonun kapısı bakan tarafından zorla açtırılarak... Millî kültürümüz, böylesine bir sömürge yönetiminin sultasında idi.
Osmanlı’yı, İkinci Abdülhamid’i savunan yazılar yazılmaya başlandı. Bazı gerçekler dile getirildi. Ancak bunlar, aşırı sağcı, tarihçi olmayan, bir ideolojinin mensupları kalemler şeklinde değerlendirildi ve belirli çevreler dışında etkisi olmadı, oldu ise bile kabule şâyan görülmedi. Düşününüz ki, Peyami Safa gibi milliyetçi, çok kudretli bir yazar, Sultan Abdülhamid’i tahkir eden bir yazı yazdı. Buna cevaben Nihal Atsız’ın kaleme aldığı Ulu Hakan Abdülhamid adlı broşür, bugün klasiklerimiz arasına girmiştir. Atsız tarihçi olduğu için, kimin doğruyu söylediği açıktı. Ama mesele bir iki broşürle çözülemiyordu...

PADİŞAHIN ÖLÜSÜNE BİLE TAHAMMÜL YOK
Son Halife İkinci Abdülmecid’in cenazesi, 1944’te ölümünden itibaren 10 yıl Paris’te bekletildi. Babası Sultan Abdülaziz’in Cağaloğlu’ndakiTürbe’de yanına gömülmesine izin verilmedi.

Osmanlı sevgisi artıyor...
Bugün, üç beş kalemi kırık ve dar görüşlü, babalarından, dedelerinden Osmanlı oldukları için nefret eden psikopatın dışında, Osmanlı’yı inkâr ve reddeden kalmadı. Zaten böyle bir tez, ilim çağında savunulamaz. Ancak Osmanlı tarih ve kültürünü iyi bilmeyen bazı aydınlarımız, Osmanlı’ya gösterilecek sevginin, Atatürk’ü inciteceğinden çekiniyorlar. Fakat Türkiye’mizin, hem Osmanlı’yı, hem Atatürk’ü sevgiyle kucaklayacak aydınlara ihtiyacı vardır. Hattâ bu husus, millî birliğimizin -bana göre- vazgeçilmez şartıdır. Türk’ün gönlü, iki sevgiye birden yer verecek genişliktedir. Bu iki sevgi arasında hiçbir tenakuz yoktur. Bilâkis Atatürk’ü sevebilmek için Osmanlı’yı reddetme gibi bir saçmalık olamaz...


EN BÜYÜK İTİBAR İADESİ İŞTE BU!
17. yüzyılın büyük Türk bestekârı Itri Efendi’nin portresi şimdilerde 100 TL’lik banknotların arka yüzünü süslüyor.



Osmanlı’ya itibarını iade eden yayın benim 12 küçük ciltlik Türkiye Tarihi adlı kitabım oldu. Eski yeni cumhurbaşkanları, başbakanlar okudular. Ancak Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın hışmından kurtulamadım!


İade-i itibar boynumuzun borcu idi
Osmanlı tarihini geniş aydın kitle nezdinde asıl ortaya çıkaran İsmail Hâmi Dânişmend’in 4 büyük ciltlik Osmanlı Tarihi Kronolojisi oldu. 1947-55 arasında yayınlandı. Sadece siyasî Osmanlı tarihini veriyordu. Ama eski harfleri bilmeyen gençlik tarafından okundu ve Osmanlı’nın ne idüğü anlaşıldı. Danişmend, kendilerinin hoca, öğretici, tedris elemanı olduğunu unutan ve kendilerini gerçek müellif sanan, ilmin tekellerinde olduğuna -samimi olarak- inanan tarih profesörlerimiz tarafından fevkalâde kıskanıldı. Dânişmend ölünceye kadar eserini, bibliyograflarına almadılar. Tabiî muazzam bir eserle karşı karşıya olduğumuzu hemen kabul edenleri vardır, haklarını vermek gerekir, biri merhum Prof. Dr. Mehmed Altay Köymen’di.
Ama Dânişmend’in eseri de resmî ideoloji tarafından reddedildi. Zira Dânişmend, eski bir Atatürk muarızı idi. Bu, doğrudur. Ancak 1935’dten sonra Atatürk’ün Dânişmen’e kitap ısmarladığını ve kitaplarını yayınlattığını pas geçtiler.
Osmanlı’ya itibarını iade eden yayın benim 12 küçük ciltlik Türkiye Tarihi adlı kitabım oldu. 60.000 baskı yaptı ve yüz binler tarafından okundu. Eski yeni cumhurbaşkanları, başbakanlar okudular. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan bir üslûp ve usûl ile kaleme alınmıştı. Dipnotları asgarîye indirilmiş (metne alınmış), geçmişe ve geleceğe doğru yorumlara geniş yer verilmiş, her dönem çağdaşı olan Avrupa ve dünya tarihi içinde mukayeseli olarak sunulmuştu. İlmî bir eserin lise mezunu bir kişi tarafından da anlaşılabilecek şekilde kaleme alınmasına özen gösterilmişti. Bu da sadece bir siyasî tarih idi. Fakat kabul gördü.

MİTHAT PAŞA BİR YALANCIYDI!
Burada başarıyı, yayıncı ile paylaşmam gerekiyor. Şöyle: Eseri, hiçbir şekilde cumhuriyet ideolojisine karşı olmakla itham edilemeyecek büyük bir banka yayınladı. Ben de 100 küsur kitabımda ve yayınlanmış 15.000 kadar makale ve ansiklopedi maddesinde, Atatürk’e sevgisizlik belirten tek cümle kullanmamış bir yazarım. Eğer Türkiye Tarihi, herhangi bir yayınevi tarafından basılsaydı, inkılâp yobazları mutlaka bir şeyler söyleyecekti. Bununla beraber, 1963-67 arasında yayınlanan Türkiye Tarihi, İkinci Abdülhamid’in politik dehasını açıkça sergilediğim, Sultan Aziz’in ölümünün tafsilâtını verdiğim için, tepki gördü. Türk Tarih Kurumu Başkanı Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu ve Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, genel yayın müdürlüğü yaptığım müesseseye gelerek, kuruma üye olacağımı bildirmiş, muvafakatimi almışlardı. O sırada eserin 12. Cildi çıktı. Sultan Aziz’in Midhat Paşa’nın iddia ettiği şeklinde ölümü, resmî ideolojinin temel taşlarından biri idi! Bugünkü kuşaklar inanmakta zorluk çekerler, fakat öyle idi. Ben Midhat Paşa’nın yalancı olduğunu delilleriyle sergiliyordum. Üyeliğimden vazgeçildi. Uzunçarşılı gibi hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, çok yaşlı muhterem bir tarihçiye, Sultan Aziz’in Midhat Paşa’nın iddia ettiği gibi öldüğünü iddia eden bir kitap yazdırıldı. Kurum, alelacele yayınladı. Ancak Türk ilmi ve tarihçiliği yara aldı. Hayatı boyunca Sultan Aziz’in öldürüldüğü fikrinde olan Uzunçarşılı, her tarihçinin bildiği bir belgeyi ilk defa yayınladığını söyleyerek, intihar sahte tezini savunuyordu... Bu maskaralığı, nereden nereye geldiğimizin bir misali olarak yazdım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yılmaz Öztuna Arşivi