Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

Adnan Menderes’in oğlu olmak

Adnan Menderes’in oğlu olmak

Hani bir söz vardır, 4 kelimedir ama 4 bıçak saplanır yüreğinize “Sizin hiç babanız öldü mü?” Yani hiç bu acıyı hissettiniz mi, babanız ölmedi ise o acıyı nasıl bileceksiniz? Üsküdar’da önemli bir entelektüel, cins bir kafa vardır, Mithat Hoca. Bir gün sohbet ederken demişti ki “Fatihçiğim herkes gibi ölümü Allah’ın emri olarak kabullenmiştim ve teslim olmuştuk her şeyimizle. Ama ben ölümü babam öldüğü zaman tanıdım.”

Şimdi, rahat koltuklarınıza oturun ve kendinizi Başbakan Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes olarak düşleyin. Halkın oyları ile seçilmiş bir iktidar, yine o halkın aldığı silahlardan güç alan bir çete tarafından alaşağı ediliyor. Yerlerde sürüklenerek, dipçik darbeleri arasında Yassıada denilen bir zulüm adasına götürülüyor. Orada sözde bir mahkeme kuruluyor. Başında Salim Başol denilen bir adam ve iddia makamında da Ömer Altay Egesel denilen bir başka zalim var.

Yüksek Adalet Divanı namlı, alçak bir mahkemede idama mahkûm ediliyor. Yassıada’da Albay Tarık Güryay denilen bir cellatbaşı komutanlık yapıyor. Siz de Adnan Menderes’in oğlunuz ve her gece “Acaba babam asılacak mı” korkusu ile yatağa giriyorsunuz. Kâbuslar görüyorsunuz. Rüyalarınızda hep üç ayaklı idam sehpaları var. Ve bir gün bu kötü rüya gerçek oluyor. Ebedî aleme uğurladığımız Aydın Menderes işte bu çilelerden geçecek, tabiri caizse pişerek değil, yanarak yakılarak bir çocukluk ve gençlik yaşadı ve bugünlere gelmişti. Ölümün kovaladığı bir ailenin son ferdi idi yanılmıyorsam. Babası asıldı, bir kardeşi intihar etti, biri şüpheli bir kazada öldü. Onun yüreği, “sünger gibi ah-ü zar emmiş” bir yürekti.

Babasına, ailesine ve kendisine zulmedenlerle hesaplaşmaya uğurladık onu. Rabbim taksiratını affetsin, onu cennetiyle ödüllendirsin. Zalimler için de yaşasın cehennem!


Şehitlik de ucuzladı

Haberi televizyondan izlerken birdenbire kanımın donduğunu hissettim. Devlet Bakanlığı bir çalışma yaparak bazı olaylarda ölenleri de şehitlik kapsamına almış. Bunları tek tek saymak istemiyorum. Bana garip gelen şey şehitliğin kanunla belirtilmiş olması cahilliğimi mazur görün, ben bunu ilk defa duyuyorum. Meğer şehitlik kanunla düzenleniyor ve kimlerin şehit sayılacağına kanunla karar veriliyormuş. Bense şehitliğin dini bir kavram olduğuna ve kimlerin şehit sayılacağını ancak dini kuralların açıklayabileceğini düşünüyorum. Dinin kurallarını koymadığı bir şehitlik, şehitlik olmaz. Mustafa Muğlalı Menemen’i ateşe verirken ölse idi şehit mi olacaktı? Kanuna göre evet... Bu iş bana sadece tuhaf gelmiyor, aynı zamanda bir hak ihlali olarak da görüyorum.

Müslümanlara ait bir kavramı alıp, içini kendinize göre dolduruyorsunuz. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden önce de genç üniversite öğrencileri, darbeye zemin hazırlamak için pisi pisine öldürülmüş ve onların gencecik bedenlerinden 3 adet “Devrim Şehidi” ortaya çıkarılmıştı.

Ardından mesela Uğur Mumcu fincancı katırlarını ürkütecek birtakım belgelere ulaşmış ve ertesi günü o sorulara cevap almak üzere Genelkurmay’a gitmek için bindiği arabasında kontağı çevirince paramparça olmuştu. O da basın şehidi olarak gömüldü. Hem de cenazesine 5000 üniformalı katılmış ve mezarlığa kadar “Kahrolsun Şeriat” sloganları yeri göğü inletmişti. PKK’lıların ölüleri de şehit olarak gömülüyor. Velhasıl, bu şehitlik meselesi 7 bilinmeyenli denklem gibi. Diyanet İşleri Başkanımız sayın Mehmet Görmez çıkıp şu şehitliğin ne olduğunu bize yeniden açıklasa. Öldükten sonra hangi şehitleri, öbür tarafta neler bekliyor, ateistten de şehit olur mu, olursa nasıl olur, vallahi heyecanla bekliyoruz.


Genelkurmay düşünmeli “Biz nerde yanlış yaptık?”

Samanyolu TV’de “Maceracı” adıyla yayınlanan bir gezi programı var. Bugüne kadar izlememiş olanlara tavsiye ederim. Sadece bir gezi programı değil, programı yapan arkadaş, mayasına bir başka şey katıyor. Seçtiği olaylar ve beldeler de özellikli. Daha bizden, daha Anadolu’da var olan ve bizi biz yapan değerlerin harmanlandığı bir program sanki. Orada seyrettiklerimizin, büyük şehirlerin gökdelenleri arasında yok olduğunu üzülerek görüyoruz. Kısaca Anadolu kokan bir program. İzmir’in bir köyüne yolu düşmüş “Maceracı”nın. Oradan bir asker uğurlamasını ekranlarımıza taşıyor.

Program boyunca sicim gibi gözyaşı döküyorum. Halk bir meydanda toplanmış, başlarında orijinal giysileri ile köyün yaşlı efeleri, 70-80 yaşlarında. Onlar askerliğin ne olduğunu anlatıyor. Ve bir “Peygamber Ocağı” tasviri ortaya çıkıyor. Bu sohbetten sonra sokağın öbür ucundaki köyün askere göndereceği gençler meydana giriyor. Büyük bir Türk bayrağı başlarının üzerinde geliyorlar ve vatan uğruna şehitliğe hazır olduklarını göğüslerini gere gere cümle cihana açıklıyorlar. Sonra o bayrağı dürüp kendilerinden sonra o köyden askere gidecek olanlara teslim ediyorlar. Bir yandan davullar çalıyor. Kamera anneleri çekiyor. İstisnasız hepsi tipik Anadolu kadını, başları örtülü. Evlatlarını kınalı kuzu gibi vatanı korumak için davulla-zurna ile uğurluyorlar.

Buraya kadar her şey güzel. Güzel olmayan ise oğlunu eline kına yakıp askere gönderen bu anaların oğullarını askerliklerini yaptıkları kışlalara gittiklerinde hâlâ muhatap oldukları muamele. Nizamiyeden içeriye giremeyip, tel örgülerin dışından oğullarının yemin törenini izlemek zorunda kalmaları en büyük ayıbımız. Genelkurmay Başkanlığı, şapkasını önüne koyup, “Biz 28 Şubat’ta acaba nerde yanlış yaptık?” diye bir muhasebe yapmalıdır.

Mustafa Kemal’in ordusu ile “Peygamber Ocağı” ordunun arasına duvar çekmek, bu ordunun savaş kabiliyetini artırır mı, düşürür mü kılı kırk yararak incelenmelidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi