Güneşi Cübbesenin Astarı İçinde Kaybeden Haşim Kılıçdaroğlu!
Nisan ayının son bombasını Anayasa Yüksek Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıçdaroğlu patlattı. Mahkemenin ard arda aldığı ve herkesi şaşırtan 3 yeni muhalif kararın ardından 52. kuruluş yılı davetinde adeta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve bakanlarını hedefe koyarak, onları yargıya müdahale ile suçladı ve azarlar bir üslupla tarizde bulundu. Tabii hakkı olan cevabı da almakta gecikmedi. Ezcümle Haşim Kılıçdaroğlu, Erdoğan Hükümeti’ni açıkça yargıya müdahale, kişi hak ve özgürlüklerini sınırlama ve yargıda paralelci diye suçlanan hakim ve savcılara karşı haksız, hukuksuz bir mücadele yürütmekle itham ediyor, tehditkar bir üslupla. Biz bu üslubu daha önceki Anayasa Yüksek Mahkemesi ve Yargıtay Başkanlarından duymaya alışmıştık. Ama onlar fikren Ergenekoncuların hala-dayı çocukları oldukları için yadırganıyor, aksine onları “inkılap denilen rahimden gelen düşük çocuklar” olarak görüyor ve “yapmaları gerekeni yapıyorlar” diyerek bir anlamda hak da veriyorduk. Zira onlar tepeden inme bu rejimi kuranlarını, halkın istemedikleri partilere oy vererek iktidara el koymaları halinde, onları dizginlemek, rejimlerinin zencileri olarak gördükleri sınıfların eline geçmemesi, kontrol edilebilmeleri için kurulmuş mahkemelerin mensupları idiler. İlk defa Adnan Menderes onların çarklarını bozan bir unsur olmuş, sonra da bu kurumlar ve onlara şemsiye olan, silahlı destek veren ordu ile halkın seçtiği iktidarların onların çizdiği dairenin dışına çıkmaması sağlanmıştır. Bunun en bariz örneğini Turgut Özal döneminde bir olayda görürüz. Oğul Ahmet Özal anlatıyor:
- Bir gün Başbakanlığa gittim, babamın yanında misafiri olduğunu söylediler, bir süre bekledim. Biraz sonra babamın odasından iki general çıkıp gitti. Ben çağrıldığımda babam öfkeli idi, masasının üzerinde duran kırmızı ciltli bir kitabı göstererek:
- Şu işe bak Ahmet dedi. Genelkurmay’dan iki general gelmiş, Kıbrıs politikamız şu kırmızı kitaptaki gibi olacakmış, bunları uygulayacakmışız. Şimdi biz iktidar mı olduk?
Ve o Turgut Özal cumhurbaşkanlığı makamına kadar çıkacak, ama bir dostuna şu şekilde acizlenecektir.
- Devletin işleyişinin ancak yüzde 20’sine vakıf olabildim.
Hele hele bir de bu ülkeyi babasından miras aldığını zanneden bir darbeci paşa ve saz arkadaşları ile çalışmak zorunda olan Turgut Özal; ki seçimleri kazandığı halde, Milli Güvenlik Konseyi Başbakanı Kenan Evren, bir ay kendisine hükümeti kurma görevini vermemiş, kapısında bekletmiştir. Özal’a suçu sonradan söylenmiş ve kulağı da çekilmiştir. Anavatan Partisi Genel Başkanı Özal’ın seçimler sırasında dağıttığı ve 24 Ocak kararları ile ülkeyi uçurumdan kurtardığını belirttiği kaset, pek muhterem paşalarımızın izzet-i nefislerine dokunmuş. Zira memleketi kurtaracak hiçbir iyi hareket sivillerden sadır olmamıştır, çünkü memleketi en çok askerler severler, iyi şeyleri hep onlar yaparlar(!). Turgut Özal, bir toplantıda Kenan Paşa’ya adeta zorla sarılarak, buzları eritir, arayı yumuşatarak hükümeti kurma görevini alır. Yani milletin iradesi değil, paşaların iradesi iktidardadır. İşte bu dikenli ve taşlı yollarda bir iktidar yürüyüşü yapan Özal, kendisinden sonra gelenler, halkın iktidarını kurabilsinler diye, o kurumlara güvendiği insanları yerleştirmeyi ulvi bir görev bilir. Haşim Kılıç, bunlardan sadece birisidir, yani zenci Türklerdendir. Ben o yıllarda Kılıç’la cismen değil, ama ismen tanışma fırsatını bir dergi idarehanesinde bulmuştum. Orada Yalçın Turgut Balaban, Salih Mirzabeyoğlu ve bendeniz oturmakta iken bir telefon gelir ve Cumhurbaşkanı Özal’ın Haşim Kılıç’ı Sayıştay’a atadığı söylenir.
Tarih: 23 Kasım 1990 Mirzabeyoğlu:
- Bizim Haşim, Sayıştay’a seçilmiş, çok güzel haber deyiverir. Tabii onlarla birlikte ben de bu tanımadığım Kılıç’ın Sayıştay’a seçilmesine sevinirim. Zira güvenilir insanların kefaleti söz konusudur. Söylendiğine göre Haşim Kılıç sağlam bir Büyük Doğucudur, yani Necip Fazıl muhibbi. O günden sonra bu fakirin kalbinin derûnunda ona sevgi besleyen bir damar hep olmuşur. O da yaşayışı ile sonradan geçtiği Anayasa Mahkemesi’nde alınan kararlara yazdığı muhalefet şerhleri ile zenci kimliğini korumuş ve halkın iktidarının oradaki temsilcisi olduğunu her fırsatta göstermiştir.
Bir olay hariç, Haşim Kılıç, Anayasa Yüksek Mahkemesi Başkanı olarak kitap dışında bir eylemi olmayan dostu Salih Mirzabeyoğlu’nun uğradığı haksız ve hukuksuz durumu düzeltmek için hukuk adamı olarak kılını kıpırdatmamıştır. Bu da işin bir başka acıklı boyutudur. Her defasında CHP kurmayları başta olmak üzere ne kadar Beyaz Türk varsa Haşim Kılıç’a saldırmıştır. Hatta bu saldırıdan eşi bile nasibini alacak ve eşi Gönül Hanım, emekliye ayrılan Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın eşine ziyarete gidecek, o sırada eve Vural Savaş gelince başını örtme telaşına düşecek. Medyanın diline sakız olacaktır. Vural Savaş, onun kendisini görünce halının altına gizlenmek istediğini söyleyerek, inancıyla alay edecek, güya ti’ye alacaktır. Oysa Savaş kendi perişan halini ve seviyesini cümle aleme göstermektedir. İşte o günlerde “yargının gölgesine sığınmak, onursuzluktur” diyerek, doğru bir tesbit yapan ve doğru zamanda doğru yerde dimdik duran Haşim Kılıç’ı bugün üzülerek Haşim Kılıçdaroğlu diye anıyoruz. 1971 yılında Milli Nizam Partisi’nin kapatılma davasında Anayasa Yüksek Mahkemesi’nin bahçesinde Büyük Doğu ideali için slogan atarak eylem yapan Haşim Kılıç, bugün başkanı olduğu aynı mahkemede tanımakta zorlanıyoruz. Dünkü düşmanları CHP kurmayları kendisini alkışlıyor ve “Doğru söylüyor” diyorlarsa sayın Kılıç, kendisini hesaba çekmelidir. Hele hele ihanetleri artık fiilen sabit olan ve ülkemizde sanki ABD-İsrail menşe’li 6. kol faaliyeti yürüten paralelci çeteye örttüğü masumiyet yorganına bakınca, bu kadar sağlam bir adamın üç ay içerisinde yüzde yüz ters yönde değişmesine ancak şöyle bir teşhis koyabiliyorum. Bir şantaj kaseti! Ankara kulislerinde son günlerde sıkça dile getirilen sıkıntılı bir durumunu tesbit edip, kendisini zorla AK PARTİ’ye karşı kullanmak istemeleri. “Deniz yanar mı?” demiş eskiler ve cevap vermişler “ihtimal, yanar mı yanar!” Haşim Kılıç da yanar mı, ufaktan ufağa yanmaya başladı bile.
Bir başka iddia da Anayasa Mahkemesi üyeleri tarafından kurulacak bir vakfın AK-PARTİ tarafından sunulan şekliyle onaylanmaması. Bu vakıf, vergiden muaf olacak ve yurtiçinde bağış toplayabilecekmiş. AK-PARTİ bu bağış toplayabilme işinin yüksek mahkemenin adalet dağıtma fonksiyonuna gölge düşüreceği endişesi ile vakfı onaylamış. 10 ay sonra emekli olarak bu vakfın başına geçmeyi planlayan Kılıç da, gömlek değiştirerek, Erdoğan ve iktidarına yaylım ateşine başlamış. Bu da çok vahim bir iddia. Üstelik fertleri devlet karşısında güçlendiren ve haklarını aramak için, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru da dahil pek çok yeni kanalı devreye sokan AK-PARTİ iktidarı özgürlükleri kısıtlamakla suçlanıyor. Oysa twitter’ın kapatılması bile bireylerin haklarını koruma refleksi ile alınmış kararlardı. Anayasa Mahkemesi bu kararı kaldırıp twitter’ı serbest bırakırken, mahkeme kararlarını uygulamayan ve şahısların haklarını hiçe sayan twitter’ı korumuş, bireylerin onlar karşısında mağdur ve mazlum olmalarını sağlamıştır.
Yine dönüyoruz kaset olayına. Paralelci devletin sırlarını ABD’ye peşkeş çekmek dahil, insanların yatak odalarına, mahremlerine girerek buradan bir sonuç devşirmeyi düşünecek kadar ahlak ve iz’andan yoksun hale geldiler. Sayın Kılıç’ı da böyle bir duruma düşürmüş olmalarından ciddi endişe duyuyoruz. Zira üstad Necip Fazıl Kısakürek’in tabiri ile:
“‘Kim var?’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım!’ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ fikrini besleyici bir dava ahlâkına kaynak” bir gençliğin temsilcisi olan Haşim Kılıç, bugün “Güneşi siyah cübbesinin astarı içinde kaybetmeye namzet bir pozisyonda” duruyor. 65 yıldır su içtiği kaynağa bakınca bu değişimin normal bir seyir izlemediğini hâlâ ısrarla düşünüyorum. Bu işte bir bit yeniği var. Dileriz Haşim Kılıçdaroğlu, tövbe edip aramıza tekrar Haşim Kılıç olarak geri döner.